Ana içeriğe atla
19 Temmuz 2010 tarihinde AliBudak tarafından gönderildi

Eski Medeniyetlerde Astronomi

İlk medeniyetler daha çok ılıman bölgelerde su kenarlarında kurulmuştu. O zaman yerleşim merkezlerinin ışıklandırması bugünkü gibi fazla olmadığı için gecelen gök yüzü daha ihtişamlı ve daha güzel görünmüş olmalı. Zamanlarının büyük kısmını geceleri açık havada geçiren insanlar gök yüzündeki değişik gök cisimlerinin farkına varmışlar, kiminin fazla göz kırparken kiminin göz kırpmadığını ve bu göz kırpmayanların öbürlerinden farklı hareket ettiklerini görmüşler ve onlara gezegen demişler. Zaman zaman dikkatlerini yıldız yağmurları, kuyruklu yıldızlar, nova patlamaları ve kutup ışıması gibi olaylar ve cisimler çekmiş olmalı. Ayın ve Güneş’in gök yüzünde görünür hareketlen, zaman zaman tutulmalar göstermeleri, Ayın evreler oluşturması ve olayların hep dönemli görünmesi dikkatlerini çekmiş olmalı. Bir süre sonra gözledikleri gök yüzünden yararlanmayı düşünmüş olmalılar. Yıldızların konumlarını yön bulmada, Ay ve Güneş’in konumlarını ise zamanı belirlemede kullanmışlardır. işlerini plânlayabilmek için Ay ve Güneş’in görünür hareketlerine dayalı takvimler oluşturmuşlardır, ilk medeniyetlerde astronominin gelişimini insanların merakları yanında yön bulma ve zamanı ölçme gibi iki temel gereksinmelerine borçluyuz. O zamanlar gök yüzünün düzeni gözlenmesinde bir başka neden de yıldızların tanrılarla ilgili olduğu ve yıldız hareketlerimi tanrı isteklerine birer belirteç olduğu inancıdır. Bu inanç astrolojinin doğmasına neden olmuştur. Bugünkü anlamıyla astroloji Güneş, Ay, gezegenler ve on iki burcun konumlarına bakarak insanların karakterleri, davranışları, geçmişten ve gelecekleri hakkında bügi verme sanatıdır. Hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı için astroloji bilim değildir, ve bu nedenle de hiçbir gerçeklik payı yoktur. Kitabın sonunda verilen bu konudaki okuma parçasını okuyunuz.

Babilliler


Bugün Fırat ile Dicle nehirleri arasında Irak’ın bulunduğu topraklarda ilk medeniyetlerden birini kuran Babilliler tarımla uğraşma yanında uzak doğu ile Avrupa ve Mısır arasında ticaret yapıyorlar ve bu yolla ticaret yaptıkları toplumlar arasında kültür alış verişini gerçekleştiriyorlardı. Kayıtlara göre M.Ö. 2000 yıllarında çok sayıda yıldızın konum gözlemlerini yapmışlar ve bunları kaydetmişlerdir. Sistemli gözlemler için gök yüzünü bölgelere ayırmışlar, her bölgeye yıldızların oluşturdukları hayvan veya eşya isimlerini vermişlerdir. Bu gün kullandığımız takım yıldızların yarısından fazlasını onlar oluşturmuştur. Kitabın sonundaki takımyıldızlar listesine ve gök haritasındaki yerlerine bakınız. Babilliler Merkür ve Venüs gezegenlerini çok gözlemişler. Güneşlen olan uzanım açılarının küçük olmasından giderek onların Güneş etrafında hareket ettikleri yargısına varmışlardır Dahası Babilliler kayıtlarında Venüs gezegenini çift hilâl sembolüyie göstermişlerdir Buna göre Babilliler büyük olasılıkla Venüs’ün evreler gösterdiğini biliyorlardı. Venüs’ün evreleri bugün aletsiz gozlenememektedir. Venüs’ün evreler gösterdiği kayıtlara göre ilk kez Galile tarafından M.S. 1610 yılında teleskopla gözlenmiştir. Bir olasılıkta Babilliler, Venüs’ün evreler gösterdiğini mercek benzeri âletlerle Galile den 3000 yıl kadar önce gözlemişler, bunun Güneş ışığının yansımasıyla ilgili olduğunu    ve   Venüs’ün    Güneş   etrafında   yörünge    hareketi   yaptığını anlamışlardı. Babilliler’e ilişkin gözlem kayıtlarının çoğu astrolojik amaçlıdır. Çok sayıda yıldız, Ay, Güneş, Merkür ve Venüs gezegenleri yanında o zaman bilinen Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin hareketleriyle ilgili konum gözlemleri de yapılmıştır. Bu gözlemlerle gezegenlerin gök yüzünde zaman zaman oluşturdukları geri hareketleri ve kavuşum dönemleri bulunmuştur. M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllarda Babilliler’de astronomi en üst düzeye ulaşmıştır. Uzun süre sistematik olarak gözledikleri Ay ve Güneş tutulmalarının dönemli olduğunu ve Saros dönemi olarak bilinen bu dönemin 18 yıl 10 gün olduğunu saptamışlardır.

 Babillilerin gözlemsel astronomiye en önemi katkıları ise M.O. 380 yılında tamamlanıp kayda geçirilen Ay’ın konumlarına ilişkin Kidinnu Çizelgeleri’dir. Bu çizelgeler Ay’ın yeni- Ay evresinden sonra ik görülme zamanının hesabını da mümkün kıldığı için oldukça önemidir. Ayın görünür hareketindeki düzensizlikleri de büyük doğrulukla dikkate alan bu çizelgelerin M.Ö. 380 yılında yapılmış olması Babillierde astronominin ne kadar ileri olduğunu göstermektedir. Babillilerin gözlemlere dayanan ileri düzeydeki astronomik bilgisi eski Yunan astronomisine temel oluşturmuştur. Babilliler astrolojinin doğup gelişmesine neden olmakla insanlığı kötü yönde etki etmişlerse de modern astronomiye yaptıkları katkılarla bilimin bu alanda temelini oluşturmuşlardır.

Mısırlılar   Eski Mısırlı astronomlar da Babilli astronomlar gibi dine bağlı kimselerdi. Eski Mısırlı astronomların en önemli ilgileri ve belki de görevleri takvim yapmaktı. Takvim yapmadaki amaç ise tarımın düzenli yürümesi isteği, özellikle Nil nehrinin taşma zamanının önceden tahmin edilebilmesiydi. O zamanlar Nil nehrinin taşma zamanı gök yüzünün en parlak yıldızı olan Ak yıldız (Sirius)’ın doğu yönünde görünme zamanına rastlıyordu. Bu nedenle Mısırlılar takvimlerini bir dönem için Ak yıldızın görünür hareketine göre düzenlemişlerdir.

Mısırlıların geometri ve mühendislikte ne kadar ileri olduklarını yaptıkları dev yapılı piramitlerden anlıyoruz. Mısır piramitlerinde belli doğrultuların yılın belli zamanlarında gök yüzünde önemli yönleri belirlemiş olması, piramitlerin yapımında bazı astronomik amaçların da bulunduğunu göstermektedir. Eski Mısırlılar, astronomik görüş olarak suyun herşeyin kaynağı olduğuna, tanrıça Nu’nun eğilerek gök küreyi oluşturduğuna ve Samanyolu’nun ruhlar dünyasındaki Nil nehri olduğuna inanıyorlardı.



Çinliler


Çin’de M.Ö.2300 tarihlerinde yapılmış; Ay, Güneş tutulmaları ve kuyruklu yıldız gözlemlerinin kayıtlarına rastlanmaktadır. M.Ö. 8. yüzyıldan sonra yapılan astronomik gözlemlerin bilimsel değeri oldukça fazladır, Öyle anlaşılmaktadır ki eski Çinliler, tutulma, kuyruklu yıldız, meteor ve Güneş lekeleri gibi özel astronomik olayların gözlemlerinde oldukça beceri kazanmışlardı. Özellikle güneş lekeleri gözlemlerini nasıl yaptıkları hâlâ anlaşılmış değildir. Çünkü normal olarak güneş lekeleri bugün aletsiz gözlenememektedir. Çinliler, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren Güneş lekelerini düzenli olarak gözlemişler ve bu gözlemleri kaydetmişlerdir. Bazı bilim adamları, Güneş leke çevriminin maksimum dönemlerinde Güneş doğarken veya batarken (fazla parlak değilken) özel eğitim sonunda Güneş lekelerinin aletsiz gözlenebileceğini iddia etmektedir. (2000- 2001 yıllarında Güneş, leke çevriminin maksimum döneminde bulunacaktır. Bu yıllarda Güneş lekelerinin aletsiz görülüp görülemeyeceğini, Güneş doğarken veya batarken deneyebilirsiniz.) Yaptıkları gözlemler oldukça duyarlı olan eski Çinliler M.Ö.100 yıllarında Ay’ın evrelerini ve bazı Ay ve Güneş tutulmalarını tahmin edebiliyorlardı. Eski Çinliler de astronomik olayları astrolojik anlamda yorumluyorlar. Yerde meydana gelen olaylarla gök olayları arasında kuvvetli ilişkiler olduğuna inanıyorlardı.

Mayalar


Orta Amerika’da medeniyet kuran Mayaların çok eski zamanlardan beri astronomik olayları gözledikleri sanılmaktadır. Örneğin, M.Ö. 3379 da oluşan bir tam Ay tutulmasının Mayalar tarafından yapılan gözlem kaydı bulunmaktadır. Birçok Maya yapıtlarında rastlanan astronomik olaylara ilişkin kayıtlar onların gelişmiş bir takvim kullandıklarını göstermektedir. Yalnız, bu kayıtların gösterdiği tarihlerle arkeolojik kayıtlardan çıkartılan tarihler uyuşmamaktadır. Henüz çözülemeyen bu çelişkide astronomik kayıtlar Maya medeniyeti için daha geri tarihler vermektedir.

Eski   Yunanlılar


Babilliler tarafından yapılan duyarlı ve uzun zaman aralıklarını kapsayan astronomik gözlemler eski Yunan astronomisinin temelini oluşturmuştur. Eski Yunanlılar, astronomik olaylardan çok onların nedenleri üzerinde durmuşlar ve ilk evren modellerini oluşturmuşlardır. Bu modellerde yıldızların tanrılara ilişkin mükemmel cisimler olduğu ve mükemmel hareketler yaptıkları kabul edilmişti. Eski Yunanlıların bu mükemmel hareket dedikleri düzgün dairesel hareket var sayımıdır. Kepler zamanına kadar astronomik düşüncenin vaz geçilmeyen bir var sayımı olarak kalmıştır.

Eski Yunanlıların bildiğimiz ilk doğa filozofu Tales’e (M.Ö. 640- 546) göre Yer, suda yüzen yassı bir diskti Tales gezegenlerin ve yıldızların hareketleri hakkında hiç yorum yapmamıştı Tales’in çağdaşı Anaksimander (M.Ö. 611- 547) ise Yer’in uzayda yüzen bir silindir olduğunu ileri sürmüştür. M.O. 6. yüzyılda birbirinden bağımsız iki okul oluşmuş. Bunlardan Xenophanes (Senofanes) (M.Ö. 570- 500) okuluna göre Yer, düz ve sonsuz boyuttaydı, ikinci Pitagor (Pisagor) (M.Ö 580- 500) okulu daha çok gözlemlere dayanıyordu. Pitagor, Yer üzerinde yaptığı uzun yolculuklar sonunda onun küre biçimli olduğuna inanmıştı. Yer’in yuvarlak olduğuna inandıkları halde bu okuldan hiç kimse onun döndüğünü savunmamıştı. Bu okula göre 10 sayısı 1+2+3+4=10 olduğu için mükemmeldi. O zaman 9 farklı gök cismi (Yer, Ay, Güneş, beş gezegen ve sabit yıldızlar) gözleniyordu. Mükemmellik ve simetri nedeniyle bu sayı 10 olmalıydı. 10. cisim olarak Yer’in bir eşi olduğunu ileri sürdüler. Yine bu okula göre 10 farklı gök cismi Yer’in eşi tarafından örtüldüğü için hiç görünmeyen bir ateş merkezi etrafında yörünge hareketi yapmaktaydı. Bu görüşe göre Yer, ilk kez yörünge hareketi yapan bir gezegen olarak dikkate alınmıştı.

M.Ö. 467 yılında Yunanistan’a düşen demirli gök taşının Güneşten geldiğini düşünen Anaxagoras (Anaksagoras) (M.O. 500- 428) Güneş’in yakın ve Yunanistan’ın bir parçası kadar küçük olduğunu, maddesinin de erimiş demir olduğunu düşündü; Anaxagoros’a göre Yer, düzdü; Ay’ın büyüklüğü Güneş’inki kadardı ve Ay, Güneş ışığını yansıtıyordu. Anaxagoras bu görüşleriyle cezalandırılmak istenmiş, Perikles tarafından ölümden kurtarılarak sürgüne gönderilmiştir.

Daha sonraki dönemin önemli bir okulu Plato (Eflatun)’nun (M.Ö. 427- 347) adını taşır. Plato kendisi Pitagor okulundan etkilenmiş ve o okulun görüşlerini geliştirmiştir. Evrende geometrik bir düzenin varlığına inanmış ve yedi gök cismi için inandığı göreli uzaklıkları (Ay- 1, Güneş- 2, Venüs- 3, Merkür- 4, Mars- 8, Jüpiter- 9, Satürn- 27); 1, 2, 4, 8 ve 1, 3, 9, 27 şeklindeki iki geometrik seriyle göstermiştir. Plato, Pitagor okulunun inandığı gök cisimlerini taşıyan ve görünmeyen müzikli kristal küreler kavramına da inanmış ve onu geliştirmiştir. Anlaşıldığına göre Plato, gök cisimlerinin günlük görünür hareketlerinin Yer’in dönmesinden kaynaklandığına inanmıştır.

Yaygın olan Plato (Eflatun) okulunun görüşü, Yer’in diğer bütün gök cisimlerinden farklı olduğunu ve onun evrenin merkezinde olması gerektiğini öngörüyordu. Yer merkezli evren modelini eski Yunan’da ilk kez Eudoxus (Eudoksus) (M.ö. 408- 355)’un ileri sürdüğünü görüyoruz. Eudoxus’a göre Ay, Güneş ve bilinen 5 gezegen sabit olan Yer etrafında aynı merkezli çemberlerde dolanırlar, ikincil küre (epicycle) kavramını da gezegenler kuramına sokan Eudoxus’tur. Eudoxus, geliştirdiği modelin gözlemleri tam sağlamadığını görünce, Philolaos (Filolaus)’un var saydığı görünmeyen küreler üzerinde daha küçük ve görünmeyen başka kürelerin var olabileceğini düşündü. Ona göre gezegenler bu ikincil küreler üzerinde bulunuyorlardı. Eudoxus’un evren modelinde görünmeyen toplam küre sayısı 27 dir. Daha sonradan desteklenip Galluppus, Aristo, Hipparchus (Hiparkos) ve Ptolemy (Arap dünyasında Batlamyus olarak bilinir) tarafından geliştirilen bu Yer merkezli modelde gezegenlerin karmaşık görünür hareketleri kolayca açıklanabiliyordu fakat gözlemlerin duyarlılığı arttıkça modelden olan sapmaları açıklayabilmek için ikicil küre sayısını arttırmak gerekiyordu. Endoxus’a inanan Aristo, (MÖ. 384- 322) sadece filozofik nedenlerle ikincil küre sayısını 55′e çıkarmıştı. Aristo o günün bilgisine uygun kanıtlarla Eudoxus modelini inandırıcı bir şekilde savunmuştur. Yer’in yörünge hareketi yapmış olması hâlinde yıldızların paralaktik hareket yapması gerektiğini, böyle bir hareket gözlenmediği için de Yer’in merkezde durağan olması gerektiğini savunmuştur. Söz konusu paralaktik hareketin gözlenememesinin nedenini daha sonra Aristarchus (M.Ö. 310- 230) açıklamıştır.

Aristo, Yer’in çok büyük bir küre olduğunu iki önemli kanıtla göstermiştir. (i) Ay tutulması sırasında Yer’in Ay üzerindeki gölge sınırının geniş bir yay olması ve (ii) Yer üzerinde güneye gidildikçe yeni yıldızların görünür olması. Aristo, kutup ışıması, akan yıldız ve kuyruklu yıldızların Yer’in üst atmosferindeki olaylar olduğunu ileri sürmüştür. Aristo döneminde yaşayan Heraklit (M.Ö. 388-315) küresel Yerin bir eksen etrafında döndüğünü, evrenin sonsuz olduğunu Merkür ve Venüs’ün Güneş etrafında döndüğünü ileri sürmesine karşın Aristo’nun inandırıcı kanıtlarla süslediği filozofik görüşleri tutunmuş, yaygınlaşmış ve etkilerini Avrupa’ da rönesans dönemine kadar sürdürmüştür. Aristo zamanlarında bilinen 5 gezegen (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn), Ay ve Güneş sihirli 7 sayısını oluşturuyordu. Yer, o zaman gezegen sayılmıyor ve ona her bakımdan büyük bir ayrıcalık tanınıyordu.  Yer’in etrafında 7 gök cismine ilişkin 7 görünmeyen kristal küre evreni 7 katmana ayırıyordu. Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında sık sık sözü edilen “7 kat gök” kavramı buradan gelmektedir. Haftanın 7 gün olması da aynı kaynaklıdır. Hatta müzik notalarının kaynağı da 7 katlı evren modeliyle ilgilidir. O zamanki inanışa göre 7 gök cismini taşıyan 7 büyük görünmez küre kristalden yapılmış olmalıydı ve dönerlerken çıkardıkları ses günahlarından arınmış kişilerce duyulabilmekteydi. Eski Yunan’da bu tür kişilerin duydukları sesleri taklit etmeleriyle yedi kristal kürenin çıkardığı ses olarak yedi temel müzik notası ve ikincil kürelerin sesleriyle de bemoller, diyezler ortaya çıkmış oldu.

Aristo’dan yüzyıl kadar sonra Samos’lu Aristarchus (M.O. 312- 230), ilk kez Güneş merkezli bir evren modeli ileri sürmüştü. Aslında Aristo da Güneş merkezli modeli tartışmış fakat yıldızların beklenen paralaktik kayması gözienemediği için modelin doğru olmadığına karar vermiştir. Aristarchus’a göre paralaktik kayma gözlenemiyordu; çünkü yıldızları taşıyan küre o kadar büyüktü ki Yerin yörüngesi onun yanında çok küçük kalıyordu. Aristarchus tam ilk dördün evrdesinde Ay’ın uzanım açısını 87° ölçerek Ay- Yer ve Güneş’in oluşturduğu dik üçgenden Güneş uzaklığını, Ay uzaklığının 20 katı bulmuştur. Diğer taraftan Ay ve Güneş’in görünür çaplarının eşit olduğunu dikkate alarak Güneş’in Ay dan 20 kat daha büyük olması gerektiğini düşünmüştür. Burada izlenen yol doğru olduğu hâlde, açı ölçümündeki hatalar nedeniyle sonuçlar yanlıştır. Aristarchus,tutulma gözlemlerinin geometrisinden Ay ile Yer’in yarıçaplarını da karşılaştırmış ve bulmuştur. Aristarchus Güneş’i, büyüklüğü nedeniyle, evrenin merkezine koyup Güneş merkezli modeli savunmuş olabilir. 

Ayrıca bu dönemde ilk kez Eratosthenes (M.O. 273- 192) tarafından küre biçimli kabul edilen Yer’in yarıçapı ilginç bir yöntemle doğruya çok yakın olarak bulunmuştu. 22 Haziran günü Güneş Syene kentinin başucu noktasında bulunduğu anda, iskenderiye kentinde Güneş’in başucu uzaklığı 7.2 açı derecesi ölçülmüş, ve bu açının Syene- iskenderiye arasındaki uzaklığı gören merkez açıya eşit olduğu dikkate alınarak (bkz Şekil 2.7 ),

S = q(rad) x R

genel bağıntısında 7.2 derecelik merkez açı (q) nın radyan değeri ve bu açının gördüğü Syene- iskenderiye uzaklığı (S) yerine konarak Yer’in yarıçapı R=6405.26 km bulunmuştur. Bu, bugünkü ortalama gerçek değer 6370 km ye çok yakındır. Bu bulguyla birlikte tutulmaların geometrisinden yararlanılarak Ay ve Güneş’in uzaklıkları ve büyüklükleri tahmin edilmiştir. Güneş’in görünür hareketindeki düzensizlikler farkedilmiş, Ay’ın yörüngesiyle ekliptik çemberi arasındaki 5 açı derecesi olan açı ölçülmüştür.    

Hipparchus (M.Ö. 190- 125) zamanında gezegen parlaklıklarının yıl boyunca değiştiği biliniyordu. Hipparchus buradan gezegen- Yer uzaklığının yıl boyunca değişmesi gerektiğini düşünerek Yer merkezli modelde Yer’in görünmeyen kürelerin tam merkezinde olmaması gerektiğini savunmuştur. Hipparchus, hazırladığı yıldız kataloğundaki yıldız konumlarıyla aynı yıldızların daha önceden kaydedilen konumlarını karşılaştırarak konumlarda sürekli fakat çok yavaş olan bir değişimi farketmiştir Hipparchus’un astronomiye asıl katkısı, bugün kullanılan yıldız parlaklıklarının ölçüm sistemini geliştirmiş olmasıdır.
 

Daha sonra Ptolemy (M.S.100-170), evren modeli konusunda Hipparchus’u örnek alarak Yer merkezli evren modelini kabul etmiştir. Gezegenlerin kavuşum dönemlerini belirlemiş ve onların Yer’e uzaklıklarını geometrik yollarla hesaplamıştır. Ptolemy’nin astronomiye en önemli katkısı yazdığı 13 ciltlik astronomi kitabıdır. Ptolemy, Arap dünyasında Almagest olarak adlandırılan bu kitabında zamanının tüm astronomi bilgisini toplamıştır. Hipparchus’un yıldız kataloğunu da kapsayan bu kitap yüzyıllarca temel astronomi kitabı olarak kullanılmıştır. Hipparchus’un yıldız kataloğu, gözle görülebilen yıldızların o zamanki parlaklık ve koordinatlarını vermesi bakımından  önemlidir.  Aynı  yıldızların   bugünkü   koordinatları   Hipparchus kataloğundaki değerlerle karşılaştırılarak o yıldızların öz hareketleri ve ayrıca, varsa, çok uzun dönemli parlaklık değişimleri bulunabilmektedir. 

Milattan sonra birkaç yüzyıl içinde Hristiyan’lığın hızla yayılması ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle Avrupa’da bilime verilen önem hemen hemen tamamen ortadan kalkmış, Aristo düşüncesinin kiliseye yerleşmesi ile de Avrupa karanlık bir döneme girmiştir.

alıntıdır...

 

Kişisel yorumum;

  Sunduğum bilgilerde okumuş olduğunuz gibi bilim denilen olgu dünya tarihindeki eski uygarlıklar arasında doğuda filizlenmiş ve köksalmıştır.fakat doğunun bu zenginliği o dönem toplumunun bağnazlığı yüzünden engelenerek fakirleştirilmiştir.farklı düşüncenin yok edilmek istenmesi,zorbalıklarla,insan kıyımlarıyla(çoğu aydın filozof) her daim kendini belli etmiştir.

  Doğuda taslağı oluşturulmuş bilimsel düşünceleri, batı uygarlıkları temel alarak geliştirmiş ve bilimsel çalışmalara uygun bir yaşama ortamı sağlamıştır. Tabii batının da bilimsel çalışmaları engellediği dönemler olmuştur(ortaçağ). Bunun nedeni ise kilise yönetiminin düşünceye, sorgulamaya dolayısıyla bilime uyguladığı sansürdür.

 

Yorumlar

DarkCodes..kardeşim güzel bir yazı sunmuşsun ellerine ve aklına sağlık..Seninde söylediğin gibi,eski dönemlerde bilimsel düşünceye sahip olanların, dinsel düşünceye sahip olanlar tarafından engellendiği,ve hatta bilimsel çalışmalar yapan insanların batıda kilise tarafından,doğuda ise malum islamı bilmeyenler tarafından engellendiği,ve hatta ölüm cezası verildiği doğrudur..Medeniyet geliştikçe ister kilise,ister islam veya başka dinler olsun artık bilime ve bilim insanlarına daha doğrusu akıla,mantığa daha olumlu bakmaktadır.Ve artık bilim olmadan dininde olmayacağını sanırım bütün dünya anlamıştır...Teşekkürler...

ben teşekkür ederim muzaffer...

 insan var olduğu bu dünya tarihi boyunca aslında kendine özgü olan düşünebilme yetisini yine kendisi tarafından karanlık odalara hapsetmiştir.kendi varlığının oluşum sebebini ne zaman araştırmaya kalkışsa  mutlaka beyninin bir tarafındaki tabulara yenik düşmüştür. buna sebep olan sadece din olgusu değildir. ekonomik adaletsizlikler,kültürel despotluklar vs. de insanın bilim yolculuğunda duraksamasına neden olmuştur.

 geçmiş tarihteki insanlar bilimsel hazinemizin en değerli parçası olan felsefi düşünceleri oluşturmuştur. bu felsefi düşünce tam meyvesini almaya kalktığında zaman zaman önüne bir çok engel konulmuştur.

 sonuç olarak insanın bilimsel anlamda ilerlemesine engel olan şey yine insanın ta kendisi olmuştur.

sevgili stars bu benim ilk forum yazım olduğu için biraz tecrübesizim. belki bilirsin ben 1 yıla yakın bu sitedeyim. benim de bu siteye katkı sağlamak boynumun borcu:) 

bu arada stars site geneliyle ilgili bir şikayetim olacak.forum konularının altını chat işlevi olarak kullanıyorlar sanırım bu seviyeyi düşürmekte bilmiyorum arkdaşlar bu konuda ne derler.?

Saygılar...

tabi haklısın bunun nedeni acaba kulanıcalar arası iletişiminin olmaması mı.? bi başlık altında  konuyla ilgili  şahısların cümle kurmadan gülücük işareti koyup yorum adı altından yazmaları  konuların ciddiyetini azaltmıyor mu? sonuçta burası chat platformu değil.haksızmıyım?

DarkCodes..Araya girerek kendi fikirlerimi yazmak istedim...Kelimelerin arasında gülücük işareti kullanmak bana göre gerekli olan bir simgedir..Ama sadece kelimeler arasında olmak kaydıyla..Tek başına gülücük kullanmak ise, evet biraz seviyeyi düşürüyor gibi..

Çünkü burada forumda yazdığınız zaman karşı taraf sizin sözlerinizi yanlış anlayıp yanlış yorum yapabiliyor..Buda gereksiz yere kullanıcıların birbirleri ile sürtüşmesine sebep olmaktadır..Gülücük işareti ise bu yanlış anlamaları bir şekilde ortadan kaldırıyor..Yani bir tür kurtarıcı işlevi görüyor..Benim şahsi kanaatim bu şekilde..

sana katılıyorum muzaffer.ben,bir forum konusu altında sadece gülücük konulmasından rahatsızım.tabiki insan bir düşüncesini açıklarken mimiklerini kullanmak ister.konu sadece gülücük işaretinin konulması değil.son iki haftadır site içi gözlemlerime dayanarak forum konuları altından ciddiyetsizlikler görüyorum şahsi görüşüm.neyse konuyu uzatmasak iyi olur ;)

Guzel paylasım elıne saglık kardesım,

eee nasılsınız bakalım degerlı dostlar.( muftu dahıl :) ) 

tatıldeydım, yenı geldım. sızlerle ınanılmaz bır deneyımı paylasacagım.

resmedemedım ama verı bulmaya calısıyorum

yakında.....

 

 

Hoşgeldin sevgili kardeşim..Özledik seni..İnsanlar her ne kadar kendi aralarında bazan tartışsada yine insan dostlarını arıyor..insan sevdiklerini biraz görmeyince,biraz ayrılık olunca dostlarının değerini daha iyi anlıyor..Burası her ne kadar sanal bir yer olsa dahi yinede duygularınızı ve düşüncelerinizi paylaştığınız arkadaşlarınızı burada görmek,onlarla konuşmak,onlarla iletişimde bulunmak bence çok güzel bir duygu..Tekrar hoşgeldin değerli dostum..(müftü)