Ana içeriğe atla
1 Haziran 2010 tarihinde RA tarafından gönderildi

Altın sehir Eldorado

Eldorado (İspanyolca: Altın kaplı, altından), Güney Amerikalı bir kabile reisinin vücüduna altın tozu dökerek göldeki ritüel yıkanmalarının yarattığı bir efsanedir.

Efsanenin kökeni

Mit, 1530’lu yıllarda conquistador (İspanyolca: fatih) Gonzalo Jiménez de Quesada’nın günümüzdeki Kolombiya’nın And Dağları’nda karşılaştığı Muiska yerlilerinden edindiği duyumlarla başlar. İspanyollar yerlilerin köylerini ve hazinelerini çok çabuk ele geçirdiler. Zaman içinde Muiskaların altınları madenlerden çıkarmadıklarını, dağlardan kazandıkları tuz karşılığında başka kabilelerle yaptıkları ticaret sayesinde elde ettiklerinin farkına vardılar.
Daha sonra Sebastian de Belalcazar’in adamları, Muiska ritüelleri ile ilgili hikâyeyi diğer söylentilerle de karıştırarak ağızdan ağıza Quito’ya kadar taşıyıp efsaneyi yarattılar. El Dorado’nun bir yer olduğu sanılarak, efsane zamanla gittikçe büyüyerek, içinde altından bir kralın yaşadığı imparoturluğa kadar vardı.
Gonzalo Pizarro ve Francisco Orellana 1541 yılında Quito’dan yola çıkarak Amazon Nehri’nin havzasına kadar hiç bulamıyacakları mistik yeri aradılar. Orellano, Rio Napo Nehri’ni Amazon Nehri’ne kadar takip ederek, bu sayede koca nehri çatalağızınına kadar boydan boya aşan ilk Avrupalı oldu.

Kutsal şölen

Hikayenin aslına Juan Rodriguez Freyle’nin 1636 yılı tarihli ’El Carnero’ adındaki günlüğünde rastlanıyor. Freyle’den arkadaşı Don Juan'a yazdığından alıntılar: Anlatılanlara göre dini şölen yeni liderin ilan edilmesiyle başlıyordu. Muiska kralı ya da başrahibi, göreve başlamadan önce bir süre için kadınsız, tuz yemeden, bir mağarada inzivaya çekilirdi. Sonra ilk yaptığı, Guatavita Gölü’ne gidip ilah diye taptıkları iblise hediyeler ve kurbanlar sunmaktı. Gölün etrafındaki şölen esnasında tahtın yeni varisinin derisi yüzülüp, yapışkan çirişle kutsal yağlama sonrası üstüne boydan boya bütün vücudunu kaplayana dek altın tozu dökülürdü. Bunun ardından kral ve çıplak halde dört önde gelen reis çeşitli altın eşyalarla ve mücevherlerle bir sala yerleştirildi. Gölün ortasına yaklaşıldıktan sonra saldakiler tarafından kıyıdakilere sessiz olunması için işaret verilirdi ve yanında getirdikleri hediye olarak göle atılırdı. Sonra kralın kendisi suya atlardı ve üstündeki altın tozu diğer mücevherlerle birlikte dibe gömülürdü. Kıyıya tekrar dönerken şarkıcıların ve dansözlerin bağrışmaları yeniden başlardı.

Arama seferleri

1541-1545 yıllarında Philipp von Hutten, 1569’da Bogota’dan yola çıkarak Gonzalo Jiménez de Quesada ve 1595’de Sir Walter Raleigh efsanevi ülkeyi bulmak için seferler yürüttüler.
1969 yılında, yörede, anlatılanların doğru olduğunu kanıtlayan altından bir sal bulundu (Eldorado salı).

Efsane

Altın yaldızlı hükümdarın yaşadığı altın şehir El Dorado efsanesi kulaklara belki çok masalsı gelebilir. Hatta yüzyıllardır kulaktan kulağa anlatılanlar Kolombiyalı bir yerlinin Avrupalı istilacı ve yağmacılardan uygarlığının son kalıntılarını kurtarmak için uydurduğu etnik ve metruk bir masal dahi olabilir.

Güney Amerika yerlileri altına nasıl ulaştıklarının ve büyük uygarlıklarını nasıl adeta altından döşediklerinin mantıklı bir açıklamasını hiçbir zaman yapamamışlardır.

Tanrılarının teri ve gözyaşlarıydı onlara göre altın…

Büyük tapınaklarının inşasında, çiçekleri ve yaprakları bile altından yapılma bahçelerinde gökselliği işaret eden sütunlarda, seremoni eşyalarının tamamında, giysi ve aksesuarlarında kullandıkları altın için atalarına çok minnettar olduklarını sessizce fısıldarlardı.

Tanrılarının bir armağanı olan altının kozmik bir anlamı ve mesajı vardı onlar için.

Kaşiflerdeki istila ve sahiplenme hısrının doruğa çıkaran tek gerekçe yeni dünyanın altın efsaneleridir.

Ve altının bulunduğu yer elbette cennet olmalıydı.

Ama kaşifler yeni dünyaya silahları ve dini ön yargıları ile yelken açtıklarında doğrusu hiç de cennetkil niyetlerle donanmamışlardı.

Başta Kristof Kolomb olmak üzere Güney Amerika’nın yerli kültürü ile buluşan kaşifler, onların kurduğu büyük uygarlıkları anlamaya çalışmadılar bile.

Oysa yerlilerin sahip olduğu altın, uygarlıklarının en doğal parçası sayılıyordu. Ve en önemlisi, bu madene Avrupalılar gibi bir anlam yüklemedikleri açıkca belli oluyordu. Onlar altını ilahi bir simge olarak benimsemişlerdi.

Uygarlıklarının ilahi saflığını ve kozmik bütünlüğünü bu maden ile teşhir ediyorlardı dış dünyaya. Altın bu insanların Tanrıyla olan bağlantılarının bir belirtisiydi.

Tanrılarıyla, ölen atalarıyla ve doğayla ve doğayla konuşan dini liderleri (şamanlar) başlarına altından bir halka takarlar ve bu altın halkanın gücü sayesinde bilme güçlerinin arttığına inanırlardı. Evrenin söylediklerini duyabilmek için doğayla insan arasında aracılık eden altın madenin saf tınısına gereksinimleri vardı.

Şamanlar, halklarını her türlü dünyasal ve kozmik olaylar hakkında bilgilendirirken bu madenden yararlanıyorlardı. Bu yüzden Güney Amerika yerlileri için altın madeni, bir süs eşyası ya da kişisel bir güç temsilciliğinden çok bilimsel bir kimliğe sahipti.

Kuşkusuz Güney Amerika yerlilerinin doğayla altın madeni arasında kurdukları ilişki Avrupalı birinin madeni arasında kurdukları ilişki Avrupalı birinin anlayacağı türden bir ilişki biçimi değildi.

Avrupalı için altın tek bşr şey ifade ediyordu:
“Diğerlerinden güçlü olmak.

Özellikle dini otoriteler ve Avrupa’nın kraliyet sahipleri himayelerindeki kaşiflerin bu altınlara ulaşabilmeri için her türlü zorluğu ve zorbalığı açıkca yasak olarak ilan etmişlerdi. Ünlü El Dorado efsanesi Avrupalının keşif arzusunun en tozu dumana kattığı yıllarda zuhur etmişti.
Kristof Kolomb yeni dünya yerine, Hindistan’a ulaştığını zannededursun, ülkesine bu yeni diyarların haberlerini götürmek için geri döndüğündeyanında pek çok ağız sulandıran hikaye de getirmişti.
Dedikodular çabuk yayıldı ve çok geçmeden nerdeyse bütün bir İspanya halkı Kolomb’un gözler,yle gördüğü, altından yapılmış şehirleri konuşur oldu.

Onunla başlayan altın şehir söylenceleri sonradan Francisco Pizarro ve Hernan Cortes ile ayyuka çıktı.
Bu insanlar marifetiyle, Aztek ve İnka uygarlıklarının altından yapılmış güzide eserlerinin neredeyse tamamına yakını eritilip yüz milyonlarca dükalık servete dönüştürüldü.
Bununla yetinmeyen kaşifler ve yanlarındaki gemiciler hala tatmin olamamışlardı. El Dorado’nun izni bulamadıkların inanıyorlardı. Tanık oldukları altın imparatorlukları onların hırsını frenlemek yerine, daha da çoğaltmıştı.

Altınlar ele geçirildikçe büyüyen El Dorado efsanesi, günün birinde yerlinin gemicilerinden birine Kolombiya’da yaygın bir hikayeyi anlatmasıyla iyice alevlendi.
Hikayeye göre; bir zamanlar Kolombiya’da yaşayan bir kral vardı. Bu kral altın şehirin altın hükümdarıydı ve her sabah vücuduna sürdüğü bir yağın üzerine altın tozu serper, bütün gün bununla dolaşırdı. Güneşin ilk ışıkları ile birlikte sarayının yakınındaki göle gider, orada yıkanır ve birkaç saat geçmeden yeniden altınlaşırdı.

İşte bu fantastik hikaye Avrupalı gemicilerin amazonun daha da içlerine doğru hareket etmelerine neden oldu. Hastalık ve açlığa razı olarak isterik bir ruh hali içinde El Dorado’nun altın kapılarıyla karşılaşmayı ve orayı yağmalamyı hayal etmeye başladılar.