Ana içeriğe atla
1 Aralık 2010 tarihinde winelover tarafından gönderildi

Antik Çağda Göklerden Gelen ve Ateş Saçan Savaş Arabaları

Erich von Däniken

Yüzyılın başlarında, Asur kralı Asurbanipal'in kitaplığında, on iki kil tablet üzerine yazılmış bir kahramanlık destanı bulundu. Destan, Akatça yazılmıştı; fakat daha sonra bulunan başka bir kopyası, Hammurabi'ye kadar uzanıyordu.

Son araştırmalar, Gılgamış Destanı'nın asıl metninin Sümerlilerce yazıldığını, konularının Tevrat'taki Yaradılış Bölümü'yle büyük benzerlikler gösterdiğini ortaya koymuştur.

Destanın ilk tabletinde, galip gelen kahraman Gılgamış'ın Uruk şehri çevresine yaptırdığı surlardan söz edilir. 'Göklerin Tanrısı', içinde tahıl ambarı bulunan çok büyük bir evde oturmaktadır. Surları koruyan birçok asker vardır. Gılgamış, bir tanrı-insan karışımı yaratıktır -üçte iki 'tanrı', üçte bir insan.- Uruk şehrine gelen hacılar, ona ürpererek ve korkuyla bakarlar; çünkü o güne kadar böyle bir güzellik ve güç görmemişlerdir. İşte burada tanrılarla insanların çiftleşmesi düşüncesi yine karşımıza çıkıyor.

 

 

 

 

 

İkinci tablette, gökler tanrıçası Aruru'nun, Gılgamış'a rakip olması için Enkidu'yu yarattığını okuyoruz. Enkidu, gövdesi kıllarla kaplı, posttan elbiseler giyen, çayırlarda otlayan, sığırlarla aynı yalaktan su içen bir yaratıktır. En büyük eğlencesi çavlanlarda yüzmektir. Uruk kralı Gılgamış, bu sevimsiz yaratığın sığırlardan ayrılması için güzel bir kadın gerekli olduğunu anlar ve şehrin en güzel kadınlarından birini, Enkidu'yu kendine çekmekle görevlendirir. Saf Enkidu, bu oyuna gelir ve altı gün - altı gece kadınla yaşar. Derken Enkidu'yla Gılgamış dost olurlar.

 

 

 

 

 

Üçüncü tablet, uzaklardan gelen bir duman bulutunu anlatır. Gökler gümbürder, yer sarsılır, sonunda 'Güneş Tanrısı' gelerek Enkidu'yu güçlü kanatları ve pençeleriyle kavrar. Enkidu'nun gövdesine kurşun gibi biner ve göğsüne kaya gibi bir ağırlık oturur.

Destan yazarlarının çok gelişmiş bir hayal gücü olduğunu ve destanı çevirenler ve çoğaltanların değişiklikler yaptığını kabul etsek bile, asıl şaşırtıcı yan olduğu gibi kalır: Destan yazarları gövdenin belirli bir hızdan sonra kurşun gibi ağırlaştığını nereden biliyorlardı? Bugün yerçekimi ve hız yasalarını en ince ayrıntılarına kadar biliyoruz. Bir astronotun kalkış sırasında nasıl bir güçle koltuğuna yapıştırıldığını, göğsüne binen basıncın ne ölçüde büyük olduğunu biliyoruz. Peki Sümerliler bu bilgiyi nereden elde etmişlerdi?

 

 

 

 

 

 

Beşinci tablet, Enkidu'yla Gılgamış'ın 'tanrıların' oturduğu yere gidişlerini anlatır. Kahramanlar tanrıça İrninis'in yaşadığı, ışıklar saçan kuleyi çok uzaklardan görürler. İyice yaklaşınca bir ses duyarlar:

«Geri dönün! Hiç bir ölümlü, tanrıların yaşadığı kutsal dağa gelemez. Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.»

Exodus'te de: «Sen benim yüzümü göremezsin, beni gören insan yaşayamaz...» diyordu!

Yedinci tablette, Enkidu'nun ağzından bir uzay yolculuğu anlatılır. Enkidu bir kartalın pirinçten pençelerine tutunarak saatler boyu uçmuştur. İzlenimleri şöyledir:

«Bana dedi ki: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir dağa; deniz de bir göle benziyordu. Dört saat daha uçtuk ve o yine konuştu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir bahçeye; deniz de bahçıvanın su kanallarına benziyordu. Dört saat daha uçtuktan sonra o yine sordu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Denizlere bak nasıl görünüyor?» Ve kara, lapaya, deniz de su birikintilerine benziyordu.»

Bu anlatım, bir canlı yaratığın dünyayı çok yükseklerden gördüğünü açıklamaktadır. Olay tümüyle hayal ürünü olamayacak kadar doğrudur. Eğer yerkürenin çok yükseklerden görünüşü hakkında bir bilgi olmasaydı, kim çıkıp da karaların lapaya, denizlerin de su birikintilerine benzediğini söyleyebilirdi? Çünkü çok yükseklerden çekilen resimlerinde dünya gerçekten orasında burasında su birikintileri olan bir tas lapaya benzemektedir!

Aynı tablette bir kapının konuştuğu yazılmaktadır. Bu garip olayı, bugünkü bilgimizle bir hoparlörün konuşması olarak nitelendiriyoruz. Sekizinci tablette,dünya yı çok yükseklerden gören Enkidu, anlaşılamayan bir hastalıktan ölüyor. Hastalık öyle esrarengiz ki, Gılgamış nedeninin göklerdeki canavarın zehirli soluğu olup olamayacağını soruyor. Gılgamış göklerdeki canavarın zehirli soluğunun öldürücü olabileceğini nereden biliyordu?

 

 

 

 

 

Dokuzuncu tablet Gılgamış'ın, dostu Enkidu'nun ölümünden duyduğu üzüntüyü ve aynı hastalıktan öleceği korkusuyla tanrılara ulaşmak için çıktığı yolculuğu anlatır. Gılgamış, uzun süre yol aldıktan sonra, göklere destek olan iki dağın arasına gelir. Dağların tepesi bir kemerle birleştirilmiştir ve buraya 'güneş kapısı' denir. Güneş kapısını bekleyen iki dev önce onu bırakmak istemezler. Aralarında uzun bir tartışma geçer. Sonunda devler Gılgamış'ın üçte iki tanrı olduğunu göz önünde tutarak geçmesine izin verirler. Gılgamış giderek ardında sonsuz denizin uzandığı tanrıların bahçesine varır. Ancak yolda iki defa tanrılar tarafından uyarılmıştır:

 

«Gılgamış, acelen nedir? Aradığın hayatı ve ölümsüzlüğü bulamayacaksın. Tanrılar insanı yaratırken ona ölümü de verdiler. Ölümsüzlük yine tanrılara kaldı.»

 

 

 

 

Gılgamış'ın bunları dinleyecek hali yoktur. Her tehlikeyi göze almıştır ve amacı insanların babası Utnapiştim'e ulaşmaktır. Ancak Utnapiştim büyük denizin ötesinde yaşamaktadır ve oraya güneş tanrısınınkinden başka hiç bir gemi uçamaz. Üstelik yolu da yoktur. Ama Gılgamış bütün tehlikelere göğüs gererek denizi aşar. On birinci tablet, onun Utnapiştim'le yaptığı görüşmeyi anlatır.

 

 

 

 

 

 

Gılgamış insanların babasının ne kendinden büyük, ne de küçük olduğunu görür ve ona, birbirlerine baba-oğul gibi benzediklerini söyler. Utnapiştim, geçmişini anlatmaya koyulur. Bu bölüm Utnapiştim'in ağzından, yani birinci tekil şahıstan aktarılmıştır.

Daha da şaşırtıcı olarak, Tufan hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Tanrılar, Utnapiştim'i uyarmışlar, kadınları, çocukları, yakınlarını ve her işten ustaları, gelecek olan büyük tufandan korumak için bir gemi yapmasını emretmişlerdi. Şiddetli, fırtınanın, karanlığının, yükselen suların, gemiye binemeyenlerin düştüğü umutsuzluğun anlatımı, bugün bile hayranlık uyandıracak ölçüde güçlüdür. Üstelik aynı Nuh'ta olduğu gibi, yolculuğun sonunda bir karga ve bir güvercin yollanmış, sular alçalmaya başlayınca da gemi bir dağın tepesine oturmuştur.

 

 

 

 

Gılgamış Destanı'yla Tevrat arasındaki paralellik ve benzerlik, hiç bir bilginin karşı koyamayacağı ölçüde açıktır. Bu paralelliğin en ilginç yönü, destanla Tevrat'ın uğraştığı tanrıların ve kehanetlerin ayrı ayrı olmasıdır.

Tevrat'ta anlatılan Tufan'ın destandakinin bir kopyası olduğunu kabul edersek, Utnapiştim'in olayı kendi ağzından anlatması, Gılgamış Destanında Tufan'a tanıklık etmiş, onu gözleriyle görmüş bir kişinin gerçekten var olduğunu ortaya koyar.

Aslında binlerce yıl önce doğuda müthiş bir tufan olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Eski Babil'in çivi yazısı tabletleri, geminin nerede bulunması gerektiğini kesin olarak anlatırlar. Bu bilgiden yararlanan araştırmacılar Ağrı dağının güney kesiminde, geminin konduğu yeri göstermesi muhtemel olan üç tahta parçası bulmuşlardır. Ancak 6000 yıl önce tahtadan yapılmış ve tufana dayanmış bir geminin kalıntılarını bulmak hemen hemen imkânsız gibidir.

Gılgamış Destanı'nda Tufan'dan başka, yazıldığı çağda yapılamayacak türden olağanüstü şeyler de anlatılmaktadır. Bunları, destanı yüzyıllar boyu elden geçirenlerin eklediğini de düşünemeyiz. Çünkü anlatımlarda gizlenen bilgiler, ancak günümüz bilgileri aracılığıyla anlaşılabilmektedir.

 

 

 

Belki de, birtakım yeni sorular bu karanlığa ışık tutacaktır. Gılgamış Destanı, Sümerlerden değil de Tiahuanaco bölgesinden çıkmış olamaz mı? Gılgamış soyu Güney Amerika'dan gelmiş ve beraberinde destanı da getirmiş olamaz mı? Doğrulayıcı bir karşılık, Güneş Kapısından söz edilmesini, büyük bir denizin aşılmasını, aynı zamanda da Sümerlilerin nasıl birdenbire ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Kuşkusuz, Firavunlar Mısır'ının gelişmiş kültürü, yazılmış, öğretilmiş ve öğrenilmiş eski sırları saklayan büyük kitaplara dayanıyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Musa bu ülkede yetişmiş, kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmuştu. Hangi dilde yazmış olduğu kesin olarak bilinmese bile, beş kitabın yazarının aydın bir kişi olduğu kesindi.

Gılgamış Destanı'nın Asurlular ve Babilliler kanalıyla Mısır'a geldiğini, genç Musa'nın onu okuyarak kendi amaçlarına uyguladığını düşünelim. Bu durumda gerçek Tufan olayı, Tevrat'taki değil, Gılgamış Destanı'ndakidir.

Böyle sorular sormamalı mıyız? Bana kalırsa, geçmişi araştırmanın klasik yöntemi çoktan yıkılmıştır. Bu türden araştırma hiç bir zaman, kesin ve dokunulmaz sonuçlara ulaşamaz. Kendi kurduğu bir düşünce biçimine öylesine sıkı sıkıya bağlıdır ki, yaratıcı bir dürtü doğurabilecek yeni görüşlere hiç bir açık kapı bırakmaz.

Eski Doğu'ya yöneltilen araştırmaların çoğu, kutsal kitapların dokunulmazlığı ve kutsallığı karşısında eriyip gitmiştir. İnsanlar soru sormaya ve kuşkularını bu tabu'nun yüzüne haykırmaya cesaret edememişlerdir. Hatta büyük ölçüde aydınlanmış sayılabilecek on dokuz ve yirminci yüzyıl bilginleri bile, sonunda Tevrat'ta anlatılanların doğru olmadığını ileri sürmenin kaçınılmaz olduğunu gördüklerinden, binlerce yılın yanlışından oluşan düşünce zincirlerinden kopmamayı seçmişlerdir. Ancak, en koyu Hıristiyan bile, Tevrat'ta anlatılan birtakım olayların, o büyük Tanrı'yla bağdaşmadığını anlamış olmalıdır. Kutsal kitabın dinsel dogmalarını korumak isteyen kişiler, önce çok eskilerde insanı kimin eğittiğini, toplum hayatı için yasaları kimin koyduğunu, ilk sağlık kurallarını kimin verdiğini ve yoldan çıkmış olanları kimin yok ettiğini açığa çıkarmalıdırlar.

Bu türden sorular sormamız ve bu biçimde düşünmemiz dinsiz olduğumuz anlamına gelmez. Beni ele alalım: Geçmişle ilgili tüm sorulara kesin ve inandırıcı karşılıklar verildiği gün bile, daha iyi bir ad koyma isteğiyle TANRI dediğim BİR ŞEYİN var olacağına inanıyorum.

Bununla birlikte, söz konusu düşünülmez tanrının, bir yerden ötekine gitmek için, tekerlekli ve kanatlı araçlar kullandığı, ilkel insanlarla çok yakın ilişkiler kurduğu ve maskesinin düşmemesi için hiç bir insanı yanına yaklaştırmadığını ileri süren dinsel varsayım, delillerle desteklenmediği sürece, saldırgan bir iddiadan öteye geçemeyecektir. Din bilginlerinin, 'Tanrı çok yücedir; onun kendini nasıl gösterdiğini ve kullarıyla nasıl ilişki kurduğunu bizler düşünemeyiz.' şeklindeki karşılıkları, ancak sorularımızdan bir kaçış olabilir ve bu bakımdan doyurucu olmaktan uzaktır. İnsanlar yeni gerçekleri görmek istemezler. Ama gelecek, geçmişimizi günden güne daha çok kemirmektedir. On iki yıl kadar sonra insan Merih'e inecektir. Eğer orada bir tek eski, terk edilmiş bina varsa, akıllı insanların bıraktığı bir tek nesneye rastlanırsa, mağara duvarlarında bir tek resim bulunursa, dinlerimiz temelinden sarsılacak ve geçmişimiz hakkındaki bilgiler karmakarışık olacaktır. Bu türden bir tek buluntu bile insanlık tarihinde devrim ve reformların en büyüğüne yol açacaktır.

Uzay çağıyla birlikte Aydınların Mahkeme Günü de gelecektir. O zaman dinin bulutları dağılacak ve uzaya atılan kararlı bir adımla binlerce, milyonlarca değilhttp://ufoloji.net/node/add/forum, bir tane din ve tanrı olduğu anlaşılacaktır.

Biz bunları bırakıp insanlığın geçmişi üzerine kurduğumuz varsayımı geliştirelim. Şu ana kadar elde ettiğimiz görüntüyü şöyle özetleyebiliriz:

Çağlar önce bilinmeyen bir uzay gemisi dünyamızı bulmuştu. Gemi adamları kısa sürede, gezegenimizin, akıllı yaratıkların gelişebilmesi için çok elverişli olduğunu anlamışlardı. Ancak gelişmesi beklenen «insan», «homo sapiens» değil, bir başka türden yaratıktı. Uzay adamları bu türün dişilerini sunî olarak döllemiş, kadınları, eski destanlarda belirtildiğine göre, derin bir uykuya daldırarak dünyamızdan ayrılmışlardı. Binlerce yıl sonra geri döndüklerinde karşılarına, yeryüzünün orasına burasına dağılmış «homo sapiens» örnekleri çıkmıştı.

İleri uzaylılar döllenme deneylerini, toplum kurallarına uyabilecek yetenekte yaratıklar yetişene kadar sürdürmüşlerdi.

Ancak ortaya çıkan insanlar hâlâ barbardılar.Uzaylılar, geriye dönerek, onların yine hayvanlarla yaşayabileceklerini düşünerek birçoğunu yok etmiş, daha az ölçüde başarısız kalanları da başka kıtalara belki de başka gezegenlere taşımışlardı. Geriye kalan başarılı örnekler toplum hayatının ilk ürünlerini vermeye başlamış, mağara duvarlarını süslemeye, çömlekçiliği geliştirmeye, ilkel mimarlık örneklerini ortaya koymaya yönelmişlerdi.

Bu ilk insanların uzay adamlarına sonsuz saygısı vardı. Çünkü onlar, bilinmeyen bir yıldızdan gelmiş, yine oraya dönmüş «tanrılardı.» Esrarengiz nedenlerden dolayı bu «tanrılar» bilgilerini insanlara geçirmeye meraklıydılar Yarattıkları insanlara özen gösteriyor, onları kötülük ve ahlâksızlıktan korumaya çalışıyorlardı. Toplumların kurucu bir biçimde gelişmesini istiyorlar, bu yüzden uyumsuzluk gösterenleri ortadan kaldırıyor, kalanların gelişme yeteneğinde bir toplum kurması için gerekli temel kavramlar öğretiyorlardı.

Delillerin eksikliği yüzünden bu varsayımda birtakım boşluklar vardır: Gelecek, bu boşluklardan kaçının doldurulabileceğini gösterecektir. Bu kitap birçok tahminden oluşan bir varsayımı ortaya koymaktadır ve bu varsayım doğru olmayabilir. Bununla birlikte, tabuların koruyuculuğunda, saldırıya uğramadan yaşayan dinlerin kuruluş ilkelerine bakınca, varsayımımın en az onlar kadar geçerli olabileceğini görmekteyim.

Gerçek hakkında birkaç kelime söylemek belki de yarar sağlayacaktır. Dinine inanan ve kuşku uyandıracak bir saldırıya uğramayan her insan «gerçeği» bulduğuna da inanır.

 

Bu yalnız Hıristiyanlar için değil, küçük, büyük her dinin taraftan için geçerlidir. Teosofistler, din bilginleri ve filozoflar, öğretilen üzerinde yıllarca kafa patlattıktan sonra «gerçeğe» vardıklarına inanırlar. Doğal olarak her dinin bir tarihi, Tanrı'sının verdiği sözler Tanrı'sının koyduğu yasalar ve... diyen peygamber ve bilge kişileri vardır. «Gerçeğin» ispatlanması, insanın inandığı dinin tam içinden başlar ve dışına doğru isler.

Bunun sonucu olarak, çocukluktan başlayarak bizlere kabul ettirilen tek yönlü bir düşünce biçimi ortaya çıkar.

Böylece birçok kuşak gerçeği benliğinde topladığına inanarak geçip gider.

Ben, daha alçak gönüllü davranarak, gerçeğe sahip olamayacağımızı, ona ancak inanabileceğimizi ileri sürüyorum. Gerçeği bulmak isteyen insan, onu kendi dininin siperleri ve sınırları içinde aramamalıdır. Hem hayatın amacı ve gereği nedir? Gerçeğe inanmak mı, yoksa onu aramak mı?

Tevrat'ta yazılı olanların arkeolojik yollarla ispatlandığını düşünecek olsak bile bu durumda, söz konusu inanışlardan oluşan bir din de ispatlanmış sayılamaz. Eski şehirler, köyler sanat eserleri ve yazılı kalıntılar belli bir bölgede toprak üstüne çıkarılınca, o bölgede insanların yaşadığı ve tarihin yazdığı bir uygarlığın gerçekten var olduğu ortaya çıkar. Ancak bu buluntular o bölge insanının inandığı tanrının (uzay yolcusu değil de) tek ve ulaşılmaz bir tanrı olduğunu açığa çıkaramaz.

Bugün dünyanın dört bucağında yapılan kazılar, geleneklerin gerçeklere uygun düştüğünü göstermiştir. Ama bir tek Hıristiyan çıkıp da, Peru'daki kazılar sonucu ortaya çıkan İnka öncesi tanrısını gerçek tanrı olarak kabul eder mi? Demek istediğim, gerek mitoloji, gerek gerçek deneyler, bir toplumun tarihini oluşturur; bundan öteye geçemez. Ama bence bu bile çok şeydir.

 

Gerçeği arayanlar, ispatlanmamış yeni ve cesur düşüncelere, yalnızca düşünce (ya da inanış) biçimlerine uymadığı için karşı çıkmamalıdırlar. Yüz yıl önce uzay yolculuğu diye bir şey söz konusu olmadığı için, babalarımız ve büyükbabalarımız, atalarına uzay dan ziyaretçiler gelip gelmediğini düşünemezlerdi. Çok korkunç ama ne yazık ki her an çıkabilecek bir Hidrojen bombası savaşının günümüz uygarlığını toptan yerle bir ettiğini düşünelim. Beş bin yıl sonra arkeologlar New York'taki Hürriyet Heykeli'nin parçalarını bulacaklar, günümüz düşünce biçimiyle hareket ediyorlarsa, bilinmeyen bir tanrı, belki ateş tanrısı (heykelin elindeki meşale yüzünden) belki güneş tanrısının (heykelin başındaki ışın biçimi uzantılar yüzünden) heykeliyle karşı karşıya olduklarını sanacaklar ve heykelin aslında çok basit bir anlam taşıdığını hele özgürlüğü temsil ettiğini asla anlamayacaklardır.

 

Geçmişin yollarını dogmalarla tıkamaya artık imkân yoktur.

Eğer gerçeği aramaya koyulacaksak, önce bütün cesaretimizi toplayarak bugüne kadar izlediğimiz yollardan ayrılmalı, sonra da doğru ve gerçek kabul ettiğimiz her şeyden kuşku duymaya başlamalıyız. Yeni düşünceler saçmadır diye gözlerimizi ve kulaklarımızı kapayamayız.

Şunun şurasında, elli yıl önce aya iniş düşüncesi de alay konusuydu; saçma ve gülünç bulunuyordu.[1]

 

 

 

 

 

Kaynaklar

[1] Erich von Däniken, "Errrinnerungen an die Zukunft" (Tanrıların Arabaları), Cep Kitapları / Bilim Kurgu Dizisi, ISBN: 975434260.

Yorumlar

Eski çağların tanıklıkları günümüzdekilerden çok daha değerli benim için. Karalama kampanyaları, saklama gizleme gibi düşünceleri yokmuş adamların. Ne görmüşlerse direkt yazmışlar, yazdırmışlar, çizmişler duvarlara vs. Kimsede sansürlememiş, NASA gibi içten pazarlıklı bir kuruluşları yokmuş. Bazen o dönemlerde yaşamayı bugünlere değişebilecek duruma geliyorum. Teknoloji ilerledi evet güzel birşey bu ama böylece yalanlarda dallandı budaklandı. Eğer Ufolojiye yeni yeni ilgi duyan birisi varsa ve hala şüpheci yaklaşıyorsa konuya, bu metinleri okusun, Zecharia Sitchin ve Erich von Däniken bu konuda bulunabilecek 2 yazar. Erich von Däniken konuyu daha çok genel olarak ele alıyor ve mağara resimlerinden, Nazca çizgilerinden vs. yola çıkarak ddvlerin geçmişte dünyamızı ziyaret ettiklerini anlatıyor. Giriş olarak Erich'i öneririm. Zecharia Sitchin ise durumu spesifik olarak ele alıyor ve Sümer tabletleri ile Anunaki ırkı arasında bağlantı kurup eski tanrıların dünya dışı orijinli olduklarını söylüyor. Kısacası harika eserler, okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum.

Saygılar