Ana içeriğe atla
5 Eylül 2010 tarihinde ukikar tarafından gönderildi

Astronot Yetiştiren Bir Müslüman Bilim Adamı: Faruk El Baz

Arkadaşlar gerek ay ile gerekse Apollo uçuşları ile ilgili sürekli birşeyler duyuyoruz, okuyoruz. Peki bu güne kadar kaçımız Apollo astronotlarını yetiştiren kişi'nin Müslüman bir bilim adamı olduğunu biliyoruz. Ben şahsen gökbilim.com internet sitesinde rastlayana kadar bilmiyordum. Aşağıda Yeni Şafak gazetesinde Apollo astronotlarının eğitmeni Dr. Faruk el Baz ile yapılmış bir söyleşi var. Kanatimce okuduğunuz bazı şeylere epey şaşıracaksınız. Yada hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Bence aşağıdaki röportajı bir okuyun.
'Armstrong asla Müslüman olmadı'

SUNUŞ

Her yönüyle "aşmış"
bir bilim adamı…

O'nu sizlere tanıtmaya nereden başlamam gerektiğini gerçekten bilemiyorum. Ancak çok iyi bildiğim bir şey var ise, o da bana meslek hayatımın en güzel, en anlamlı röportajlarından birini yapma şansı vermiş olduğu…
Prof. Dr. Faruk El-Baz'ın öylesine olağanüstü bir bilimsel kariyeri var ki, bunu bazı başlıkları atlayarak özetlemeye kalksam hem sizlere hem de ona haksızlık etmiş olacağım. Ancak, ben yine de -medya dünyasının o ünlü cümlesi "yerimiz sınırlı"nın ardına sığınarak- çaresizlik içinde ana başlıklardan hareket etmek zorundayım.

1 Ocak 1938'de Mısır'da Nil Deltası'ndaki bir köy olan Tûk el-Aklam'da dünyaya gelen El-Baz, çölü yaşam alanı edinmiş kalabalık bir ailenin üyesiydi. Belki de bu nedenledir ki "çöl jeolojisi" alanında sonradan dünyanın en seçkin uzmanlarından birine dönüşecekti.

Bir ilâhiyatçı olan babası tarafından sürekli okuması ve araştırması için teşvik edilen El-Baz, parlak bilimsel kariyerine ilk adımı 1958'de mezun olduğu Kahire-Ain Shams Üniversitesi'nde attı. Bu eğitim süreci Assiut Üniversitesi, Missouri Mineral ve Metalurji Yüksek Okulu, doktorasını yaptığı Missouri Üniversitesi ve ardından da Heidelberg Üniversitesi ile devam etti.

Bilimsel donanımını pratik uygulamalarda kullanmaya yatkın kişiliğiyle, başarılı bir kimyager ve jeolog olarak bilimsel ününün adım adım yayılmaya başladığı bu dönemde uzman sıfatıyla Pan American petrol şirketinde çalışmaya başladı ve Süveyş Kanalı'nda bulunan ilk petrol havzasının keşif çalışmalarına katıldı.

1967 yılından itibaren Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA'ya kabul edilerek altı yıl süreyle Apollo Ay Programı'nda çok önemli görevler üstlenen El-Baz, bu dönemde "Ay'da İniş Bölgeleri Saptama Komitesi"nin genel sekreterliği, "Uzay Gözlemleri ve Fotografik Görüntüleme Merkezi"nin baş müfettişliği, "Apollo Astronotları Uçuş Eğitim Dairesi"nin başkanlığını yaptı. Bilim tarihine altın harflerle yazılan başarılara imza attığı bu görev döneminde, bütün Apollo astronotlarına bilimsel eğitimlerini -bir Müslüman bilgin olarak- bizzat o verdi. Bu anlamda bakıldığında Ay'a hiç ayak basmadı, ama Ay'a ayak basan 12 müstesna adamın ardında da -adetâ "Yıldız Savaşları" filmindeki jedi şovalyelerinin bilge hocası Yoda gibi- hep o vardı. Sözün burasında, Apollo 15 astronotlarından Alfred Merril Worden'in kayıtlara geçen şu ünlü sözünü aktararak El Baz'ın bu operasyona katkılarını bizzat öğrencisinin ağzından özetleyelim. Worden, Ay'dan dönüşünün ardından gerçekleştirdiği medya söyleşilerinden birinde aynen şöyle demişti: "Kral'ın bize verdiği eğitimden sonra, Ay'dayken kendimi daha önce oraya gitmiş biri gibi hissettim."

Yazı dizimizin başlığında yer alan "Kral" ifadesi de işte buradan geliyor, Yani benim uydurmam ya da alanında başarılı olmuş bir dindaşımıza yönelik hamasî bir kayırmam değil. Yaptığım ön araştırmalarda El-Baz'ın rahle-i tedrisatından geçen Apollo astronotlarının ona hayranlık düzeyinde bağlı olduklarını ve kendi aralarında "Kral" lâkabını taktıklarını öğrendim. Bu yüzden ben de onu dizimizin başlığında aynı lâkapla andım.

Apollo Ay Programı tamamlandıktan sonra ödüllere boğulan ve ünlü Smithsonian Enstitüsü tarafından Washington'da bir "Gezegenleri Araştırma Merkezi" kurmakla görevlendirilen El-Baz, 1973-1975 yılları arasında Ruslarla Amerikalıların uzay alanında ilk kez işbirliği yaptıkları Apollo-Soyuz projesinde de aktif görevler aldı.

1980'lerde National Geographic Society (Ulusal Coğrafya Derneği) için çöl jeolojisi üzerine araştırmalar yürüten ve bu araştırmaları derneğin ünlü "sarı" dergisinde de yayımlanan Hoca'nın, ikinci uzay çağı sayılan "uzay mekikleri" döneminde ise optik konusundaki uzmanlığını konuşturduğunu, bu araçların uzayda kaliteli görüntü kaydedebilmesi için gerekli olan geniş açılı kameraları tasarladığını görüyoruz. O günden bugüne kadar da bir sürü saygın bilimsel kurumda akademisyenlik, yönetim kurulu üyeliği, yöneticilik, ödüller, ödüller, ödüller… En sonunda da Boston Üniversitesi bünyesinde bulunan "Uzaktan Algılama Merkezi"nde yöneticilik…

Düz bir metin halinde bile sayfalar dolduran bu uzun biyografiyi nereden özetleyeceğimi, El-Baz'ın hangi kurumdaki yöneticiliğini, aldığı hangi büyük ödülü ön plana çıkartacağımı gerçekten şaşırmış durumdayım. En iyisi durumu şöyle özetleyip, bir an önce kestirmeden kurtulayım bu görevden: Kelimenin tam anlamıyla "aşmış" bir bilginle karşı karşıyayız! Onun benzersiz bilimsel kariyerini tam anlamıyla öğrenmek istiyorsanız, lütfen beni bu dertten kurtarın ve hiç üşenmeksizin Boston Üniversitesi'nin web sitesinde yayımlanan şu ayrıntılı CV'sine bir göz atın. Okuduklarınız karşısında gözleriniz kamaşacak!

http://www.bu.edu/remotesensing/Faculty/El-Baz/FEBbio.html

Ayrıca bir hatırlatma daha: Okuyacağınız söyleşinin ardından El-Baz hakkında daha ayrıntılı bir inceleme yapma arzusu duyarsanız, özellikle internet taramalarında adının yazılışını Türkçe'de kullandığımız gibi değil, İngilizce versiyonuyla -yani "Farouk El-Baz" olarak- girmeye özen gösterin. Bu sayede çok daha fazla belge ve bilgiye ulaşabilirsiniz.

Beş bölüm halinde sunacağımız bu söyleşiyi, Temmuz ayının son günleriyle Ağustos ayının ilk haftası arasında internet üzerinden yaptık. Ancak, Boston ile İstanbul arasındaki bu soru-cevap yazışmalarının dışında, mülâkatımızın öncesi ve sonrasında Hoca ile bir çok kişisel yazışmamız da oldu. Ki ben kendi adıma bu parça parça yazışmalardan bile pek çok şey öğrenmiş bulunuyorum. Aynı kültürün iki mensubu olarak iletişim kurmamızı sağlayan ortak dil -ne yazık ki- İngilizceydi. Yani, ikimizin de ana dili olmayan üçüncü bir dil. Bu nedenle, onun cevap tarzına egemen olan Müslümanca sıcaklığı ve içtenliği çevirileri yaparken de aynen yansıtmaya çalıştım. Öyle ki, adımın "Ali Murat" olarak telaffuzunu daha çok sevmeme karşın, onun bana kültürel bir yakınlık duyarak sürekli "Ali" diye hitap edişini de metinde aynen muhafaza ettim. Bazen, vermek istediği mesajı pekiştirebilmek için cümlelerine Türkçeye özgü küçük kıvraklıklar eklediğim de oldu. Çünkü, bugüne kadar gerek Batılı uluslardan, gerekse kendi ulusumdan bazı "yabancılara" yüzlerce yazılı soru yöneltip onlardan son derece resmî ve "çelik soğukluğunda" cevaplar almış biri olarak, karşılaştığım bu sıcak üslûbun hakkını vermezsem gerçekten haksızlık etmiş olurdum. "Müslüman kimlik" böyle birşey işte, bu kimliği lâyıkıyla taşıyabilenler de Ay'a insan gönderen ekibin birer üyesi olsalar bile çevrelerine karşı -fıtrattan gelen- bir sıcaklığı yansıtmayı asla ihmâl etmiyorlar. Darısı, insanlığa ve İslâm'a El-Baz'ın yaptığı hizmetlerin milyonda biri kadar hizmetleri olmamasına karşın kibirinden yanına varılamayanların başına!

20'nci yüzyılda İslâm dünyasının yetiştirdiği en değerli bilginlerden biriyle, belki de birincisiyle yapılmış olan bu tarihî değere sahip söyleşiyi, benim gerçekleştirirken duyduğuma benzer bir heyecan ve ilgiyle okuyacağınıza inanıyorum…

* * *
- Sayın Hocam, gazetem Yeni Şafak adına yaptığım bu başvuruyu kabul ettiğiniz için öncelikle çok teşekkür ederim. Anlatacaklarınızın hem Türkiye Müslümanları, hem de bu söyleşiden bir biçimde haberdar olup onu kendi dillerine tercüme ederek okuyacak olan başka ülkelerden Müslümanlar için son derece yararlı olacağına inanıyorum.
İslâm dünyasında "İslâm" ve "pozitif bilimler" arası ilişkiler sözkonusu olduğunda sizin gibi kanlı canlı, tümüyle gerçek ve hepimizi gururlandıran örnekler olduğu gibi ne yazık ki bir sürü hurafe ve söylenti de ortalıkta dolaşıyor. Bunlardan en ünlüsü de Apollo 11 astronotu Neil Armstrong'un Ay'a gittiğinde orada bir "ezan sesi" duyduğu ve bir süre sonra da İslâm dinini benimsediği yönündeki çeyrek yüzyıllık söylenti… Bildiğim kadarıyla Bay Armstrong da sözkonusu iddiaları birkaç kez kibarca yalanlamıştı. Ama buna rağmen İslâm ülkelerinde yaşayanların önemli bir bölümü bu söylentiye inanmakta ısrar ediyor.
(Hıristiyanların ve ateistlerin, bu gibi iddiaları ortaya atan Müslümanlarla nasıl alay ettiğini görmeniz için iki ayrı internet adresi:)
http://www.answering-islam.org/Hoaxes/neil.html
http://www.islamiyetgercekleri.org/cousteauvearmstrong.htm
İslâm dünyasını yıllardır küçük düşüren bu bıktırıcı iddianın arka planını bir kez de sizden öğrenmek isteriz. Armstrong ile kişisel bir dostluğunuz var mı? Kendisiyle ilgili olarak türetilen bu ünlü söylenti ne denli gerçektir?

- Neil Armstrong'u da diğer bütün Apollo astronotlarını da çok yakından tanırım. Çünkü hemen hemen hepsinin Ay yüzeyine iniş eğitimlerini ben verdim. Neil'in Ay'a inişinin üzerinden tam 35 yıl geçti, ancak bugün hem onunla hem de diğer bir çok astronotla kişisel dostluklarım hâlâ devam ediyor. Çünkü biz bir ekip olarak 20'nci yüzyılın en önemli bilimsel atılımını gerçekleştirmenin mutluluğunu paylaştık.

Bu önemli soruyla, beni de yıllardır gerçekten çok rahatsız eden çirkin bir söylentiye parmak bastın sevgili Ali… Sen ve gazeten aracılığıyla hem Türkiyeli kardeşlerime, hem de bu söyleşimizden haberdar olması muhtemel diğer ülkelerden Müslüman okurlara altını çize çize duyurmak istiyorum ki NEIL ARMSTRONG AYDA ASLA "EZAN SESİ" SAYILABİLECEK NİTELİKTE GİZEMLİ BİR SES DUYMAMIŞ VE BİZİM BU GÖRÜŞMEYİ GERÇEKLEŞTİRDİĞİMİZ GÜNE KADAR DA MÜSLÜMAN OLDUĞUNA DAİR HİÇBİR AÇIKLAMA YAPMAMIŞTIR. Üstelik, Müslüman bir bilim insanı olarak, ben onun böyle bir karar almasına hiç de gerek olmadığını düşünüyorum.

Böyle içi boş dedikodular bütün duyarlı Müslümanlar gibi beni de derinden yaralamaktadır. Bu tip bir sığ yaklaşımı savunanlara göre, dünyaca ünlü bir kişi İslâm dinini benimsediğini açıklarsa o zaman İslâm "iyi birşey" oluyor ve global anlamda da saygınlığını güçlendiriyor. Oysa ben inanmış bir Müslüman olarak bundan daha çirkin bir yaklaşım, İslâm'a bundan daha büyük bir hakaret düşünemiyorum.

Neil şu anda 74 yaşında ve Ohio'da ailesiyle münzevî bir hayat sürüyor. O benden 8 yaş daha büyüktür. Eğer günün birinde kendi rızasıyla İslâm dinine geçtiğini açıklasaydı, bundan hepimiz derin bir mutluluk duyardık elbette. Pekiyi, Müslüman olmadığı zaman ne olacak, 1400 yıllık İslâm anlamını ve önemini mi yitirecek? Müslümanların dinlerine inanmak ve güvenmek için mutlaka "Batılı" bir kanıta mı ihtiyacı var? Böyle olduğunu düşünenler zaten bu dinin yanına hiç uğramamalıdır. İlla da bu şekilde gösterişli bir kanıtın gölgesine sığınmak isteyenlere, sadece böyle şeylerle huzura erenlere ben kanıtın en güzelini vereyim isterseniz. Evet, tekrar ediyorum, Neil Armstrong ya da herhangi bir Apollo astronotu henüz Müslüman olmadı. Ama onların hepsini tek tek yetiştirip Ay'a güvenle gönderip geri getiren eğitimcileri olarak, ben Faruk El-Baz, annemden doğduğum günden beri Müslümanım! Oldu mu? Acaba bu kanıt onlar için yeterli mi?

- En yetkili ağızdan duyulan bu açıklamayla, sanırım sözkonusu hikâye de lâyık olduğu yere, yani kent efsaneleri tarihinin çöp kutusuna gider artık. Pekiyi, böyle birşey yoksa bu söylenti nasıl doğdu? Ay'daki ezan sesi hikâyesinin ya da Armstrong'un hayâlî Müslümanlığının doğuşuyla ilgili olarak bildiğiniz özel bir şey var mı?

- Ne yazık ki var. Aslında bu söylentinin doğmasının -dolaylı yoldan da olsa- sebebi, benim astronotlardan Ay'a gittiklerinde yapmalarını istediğim küçük bir jesttir. Ama nereden bilebilirdim bu masum isteğimin böyle saçmasapan sonuçlar doğuracağını…

- Hocam, doğrusu çok merak ettim. Ne rica ettiniz astronotlardan?

- Apollo 15'in üç astronotundan biri, öğrencim Alfred Merril Worden'dı. Uzay araştırmalarına meraklı okurlarınız hatırlayacaklardır, Apollo uçuşları hep üçlü astronot gruplarıyla yapılmaktaydı. Bunlardan ikisi "Ay Modülü" (Lunar Module) dediğimiz araçla uydumuzun yüzeyine iner ve bilimsel araştırmalarını yapar, üçüncüsü ise "Kumanda Modülü"yle (Command Module) Ay yörüngesinde turlar atarak onları bekler, bu arada da dünya ile irtibatı sağlar. Bu uçuşta David Scott ve James Irwin yüzeye inecek olan ikiliydi, Worden ise kumanda modülünün pilotu…

Kumanda modülü "Endeavour" Ay yörüngesine girip uydumuzun çevresinde turlamaya başladığında Worden 380 bin kilometre uzaktan Houston'a seslenip raporunu vermeye başladı. Bu arada aramızda da bazı dostane telsiz konuşmaları geçti. Bir ara bana "Buradan istediğin birşey var mı Kral" gibi şaka yollu bir cümle sarfetti. Ben de "Dünyamıza Arapça olarak bir selam göndermen yeterli" dedim. Kur'an'ın dilinin Ay yörüngesinde bir kez olsun yankılanmasını istemiştim o anda. Worden yıllarca süren derslerimiz sırasında benden üç-beş cümle kadar Arapça kapmıştı. Bunun üzerine ricamı kırmayarak telsizden aynen şu sözleri söyledi: "Marhaba ahle el-ard, min Endeavour aleykum salam." Yani, "İyi günler, Endeavour'dan hepinize selam olsun ey dünya insanları".

Bu sözler, o anda Houston'daki komuta üssündeki bizler tarafından olduğu gibi dünyanın dört bir köşesinde Apollo 15'in yolculuğunu takip etmekte olan binlerce amatör telsizci tarafından da canlı olarak dinlenmekteydi ve çoğu Arapça bilmeyen bu kişiler eliyle derhal kayıtlara geçirildi. Sanırım sonradan iyice biçim değiştire değiştire bütün İslâm âlemine yayıldı ve bugünkü hilkat garibesi söylentiye kadar ulaştık. Ancak, ezan sesi nerede, Worden'ın bana gönderdiği bir cümlelik o dostça selam nerede? Aralarında fonetik olarak hiçbir ilişki yok. Kaldı ki bu efsane Apollo 11 için türetilmiş, yani bu olayın yaşandığı Apollo 15 uçusundan tam 2 yıl önceki bir başka uçuş için. Aralarında kronolojik bir bağlantı da yok.

Size şu kadarını söyleyeyim. Apollo uçuşları sırasında yer kontrol ile astronotlar arasında yapılan bütün konuşmaları dinleyen sayılı kişilerden biriydim ben. Eğer oradan bir yerden ezan sesi gelseydi, bir Arap olarak bunu ilk anlayacaklardan biri herhalde ben olurdum. Ama böyle bir şey asla olmadı.

Bu konuda son olarak Müslüman Türk gençliğine şu tavsiyede bulunmak istiyorum: İslâm, yüce Kur'an'da biçimlenmiş ve en iyi ifadesini bulmuş olan ilâhî mesajıyla, günümüzde bir milyarın üzerinde insanın bağlı olduğu eşsiz bir dindir. Ve kendisini ifade edebilmek için başka da hiçbir kanıta ihtiyacı yoktur. Kur'an'ın bizatihi kendisi en büyük kanıttır.

- Bana da bu sözler karşısında "Allah sizden razı olsun" demekten başka bir şey kalmıyor. Yirmi yıldır kafaları karıştıran can sıkıcı bir hurafeye böylelikle son noktayı koymuş oldunuz.
Şimdiki sorum da aslında yine önceki sorumla yakından bağlantılı… Siz, hem önünde bütün dünyanın saygıyla eğildiği büyük bir bilim adamı, hem de mensubu olduğu İslâm inancını açıkça deklare etmekten hiçbir zaman çekinmemiş kararlı bir Müslümansınız. Bu yönünüzle de "Müslüman bir bilim adamının sergilemesi gereken duruşa" hayranlık uyandırıcı bir örnek oluşturduğunuzu düşünüyorum.
İslâm dünyasının halkları arasında başka dinlerden batılı bilginleri, sinema sanatçılarını ya da müzisyenleri -onlar gerçekten bu dini benimsemeden- Müslüman olarak kabul etmek gibi garip bir tutku var. Daha önce de internet söylentileri yoluyla Anthony Quinn'i, Jacques Yves Cousteau'yu ve Michael Jackson'u gerçekdışı bir biçimde Müslüman ilan etmişti bazı yayın organları... Sonra da İslâm karşıtı uluslararası yayın organlarında Müslümanların bu tavrıyla ilgili alaycı ve aşağılayıcı makaleler yayınlandığını görüyoruz. Bu da bizleri fazlasıyla üzüyor.
Hocam, bir batılı bilginin ya da popüler bir sanatçının kamuoyuna Müslüman olduğunu açıklamasıyla İslâm mı yücelir ya da kazanır, yoksa doğrudan o kişi mi? Bu gibi din değiştirmelerden İslâm adına beklentiler çıkarmak dinimizi küçük düşürmüyor mu?

- Benim bu soruya vereceğim cevap da yine bir önceki cevabımı tamamlayıcı nitelikte olacaktır. Ünlü birilerinin İslâm'ı kabul ettiği yönündeki haberleri beklemek suretiyle imân etmeye ya da kararsızlıklar içinde sürüklenen bir imânı pekiştirmeye çalışmak, kanımca hastalıklı bir ruh hâlinin yansımasıdır. Ünlü -ya da tamamen ünsüz- bir kişinin İslâm dinine geçtiğini açıklaması ancak "kişisel bir zafer" olabilir, bu tür bir karar İslâm'ın ihtişamına zerre kadar katkı sağlamaz. Böyle düşünen Müslümanlar bu hastalıklı bakış açısını en kısa zamanda üzerlerinden atmalı ve özgüvenlerini kazanmalıdırlar. Onlar evrenin en değerli mesajını almış insanlardır ve bunu asla unutmamalıdırlar. Bir gün bu dünyadan göçüp gideceğiz ve bizleri yaratan Allah, dünya hayatında kimin Oscarlı bir sinema oyuncusu, kimin Ay'a inmiş astronot ya da kimin Grammy ödüllü pop yıldızı olduğuna bakmayacak, sadece "Sana gönderdiğim son mesajı ne kadar algıladın ey kulum" diye soracak. Sanırım, gönülden inananlar için yeterince açık bir durum bu…

Yarın: "Bir çöldeki kum tanelerini bile hesaplayabilirim"

Armstrong ve Ay yolculuğundaki kader arkadaşı Aldrin, yakın tarihte onurlarına düzenlenen toplantılardan birinde... Şu anda 74 yaşında olan Armstrong, son yirmibeş yıldan beri İslâm ülkelerindeki hayranlarına "henüz Müslüman olmadığını" sabırla anlatmaya çabalıyor! Armstrong'un Ay yüzeyinde bıraktığı ilk ayak izi

'Bir çöldeki kum tanelerini bile hesaplayabilirim'

- "İslâm'ın altın çağı" olarak anılan dönemde dünyada bilimsel bilgi öncelikli olarak İslâm coğrafyasında, Araplar, Türkler ve İranlılar tarafından üretilmekteydi. Hıristiyanların dünyayı bir tepsi gibi düz sandıkları çağlarda Müslüman bilim adamları Ortadoğu ve Ortaasya'da son derece gelişmiş gözlemevleri kurmuşlardı.

7-8 asır içinde dünyaya en değerli bilimsel bilgileri sunan bir ümmet olmaktan çıkıp yalnızca Batı tarafından üretilen bilimsel bilgiyi talep etmekle yetinen, üstüne kendinden çok az veri ekleyen pasif bir topluluğa dönüşmemizin gerekçeleri sizce nelerdir? İçinde bulunduğumuz bu manzara size de benim gibi ısdırap veriyor mu? Yoksa bu durumun düzeleceğine ve İslâm dünyasındaki bilimsel üretim düzeyinin er ya geç eski görkemli günlerine döneceğine inanıyor musunuz?

- İslâm uygarlığı, 8'inci yüzyıldan 16'ncı yüzyıla kadar gözkamaştırıcı bir yükseliş süreci sergiledi. Çünkü İslâm, daha doğuşuyla birlikte bilimin yolundan gitmeyi en merkezî noktaya oturtmuştu. Müslüman bilginler hiçbir kompleks sergilemeden Yunanca, Latince, İbranice ve Farsça eski kitapları Arapçaya çevirdiler, oradaki bilgileri alıp üstüne yepyeni bilgiler inşâ ettiler. Her konuda ve her düzeyde okullar, araştırma merkezleri kurmak, buralarda dünyanın en ünlü hocalarını biraraya getirmek İslâm hükümdarlarının en sevdikleri güç gösterilerinden birine dönüşmüştü. Bilgi kutsanıyor, insanlığa yararlı buluşlar yapanlar en üst düzeylerde iltifata mazhar olup ödüllendiriliyordu. İslâm toplumlarında bilim adamı olmaktan daha saygın bir iş yoktu. Rakip devletlerin korkulu rüyası durumundaki azametli hükümdarlar bile karşılarına ünlü bir bilgin geldiğinde kendilerine çeki düzen vermekteydiler. Araplar, Türkler ve Farsîler'in İslâm sonrası tarihi bu gibi binlerce örnekle doludur.

İslâm alemindeki bu pırıltılı yükselişin ve ulaşılan yüksek uygarlık düzeyinin bence bir numaralı nedeni, ülkelerinin sınırlarını, kâlplerini ve akıllarını bilimin aydınlığına sonuna kadar açan o bilge atalarımızdır. Onlar bilgiye, bilginlere değer verirken o bilginin geldiği etnik kökeni, ulusu ya da dini hiçbir zaman sorgulama vesilesi yapmıyorlardı. "Bilgi nereden gelirse gelsin hoşgelir, yeter ki Müslümanlar gelişip kalkınsın" diye düşünmekteydi bu ileri görüşlü insanlar. Bu yüzden de o dönemin bir çok Doğulu ve Batılı bilgini, kendisini huzur ve güven içinde hissettiği için, çağın en ünlü bilim merkezleri olarak anılan büyük İslâm kentlerine göç etmişlerdir. Her bilim adamı düşüncelerinden dolayı saygı göreceği, araştırmalarını rahatça yapabileceği ve bu konuda aralıksız destek alabileceği bir yerde yaşamayı arzu eder. Ben niye yıllardır ABD'deyim, bunca Türk ve Arap bilim adamı neden Amerikan, İngiliz ya da Alman üniversitelerinde görev yapıyor? Yaşadığımız göçmenlik süreci, bundan 500 yıl önce İslâm âlemine doğru akan Avrupalı bilginlerin ve sanatçıların yaşadığı sürecin aynısı değil midir? Günümüzde gerek NASA'da, gerekse Amerika ve Avrupa'nın önde gelen diğer bilim kurumlarında binlerce Müslüman bilim adamı görebilirsiniz. Ülkeleri onlara benzer ekonomik ve bilimsel standartları sunabilseydi hiçbiri yurdundan uzakta göçmen konumuna düşmek istemezdi.

İslâm dünyası bugün hiç de içaçıcı bir durumda değil. Pek çok alanda çağdaş uygarlığın gerisinde kaldık. Bunun sebebi ise şimdiki yöneticilerin kendilerini ve yönettikleri toplumları "kültürel istila" gerekçesiyle yeni fikirlere kapatmış olmalarıdır. Bu gidişi kesinlikle hiç sağlıklı bulmuyorum. İmam Gazâlî 900 yıl önce Aristo'yu rahatça okuyup anti-tezini üretebilirken, bugün çoğu İslâm ülkesine doğru düzgün bilimsel yayın dahi ulaşamıyor. Eğer "yabancılar gelip kültürümüzü istilâ edecek" korkusuyla yaşarsak bu gidişle daha da geri kalacağız. Özgüveniniz sağlam olsun, inancınıza ve kültürünüze adam gibi sahip çıkın, yabancı fikirlere de kültürünüzü istilâ ettirmeyin o zaman! Dışarıdan gelen her rüzgârdan korkup pencereleri sıkı sıkıya kapatırsak, o zaman da evin içinde havasızlıktan boğulup ölürüz.

Benim bütün umudum, İslâm dünyasında halen yetişmekte olan genç kuşaktadır. Ardımızdan gelen bu kuşak gerçeklerin farkında, onlar yakın bir gelecekte ülkelerinde teker teker işbaşına geçecekler. Eğer geri kalmışlığımızın nedeninin İslâm'ın kendisi değil İslâm adına hareket eden yobaz ve korkak yöneticiler olduğunu yeterince iyi idrak ederlerse, bunlar kendi halklarının önünü açacaklardır. İslâm kültürü öylesine dışa açık ve dinamik bir kültürdür ki bir kez zincirinden boşanmayagörsün, çok kısa bir süre içinde Batı uygarlığının siyasal ve bilimsel düzeyini yakalamamız işten bile olmaz.

Bakın Çin'e, daha düne kadar tam bir kapalı kutuydu. Ama kendi içindeki bazı despotik uygulamaları kaldırarak son yıllarda nasıl da başdöndürücü bir sıçramaya imza attı. Sporda, sanatta, bilimde, teknolojide, ticarette, turizmde ve her alanda onlar var artık. ABD'yi bile ürküten bir güç olarak geliyorlar.

Ben, Çin'e araştırma için girebilen ilk "Batılı" bilim adamlarından biriyim. 1979'da Çin'in ABD ile kopuk olan diplomatik ilişkilerini yeniden başlatma kararı almasının ardından kalabalık bir araştırmacı grubuyla bu ülkeye gittim ve kuzeybatı Çin'deki çöllerde altı hafta süren bir jeolojik çalışma yaptım. Bu çalışma sonradan National Geographic Society'nin ünlü dergisinde de yayımlandı ve Çin Devleti elde ettiğimiz bilimsel sonuçlardan çöllerinin ıslahı adına büyük yararlar sağladı.

Yakın geçmişin kapalı devletleri Hindistan ve Güney Kore de son yıllarda benzer türden kültürel açılımlar gerçekleştirdiler. İslâm dünyasında ise bu kötü gidişin kendilerini bir yere götüremeyeceğini farkeden iki önemli devlet var: Malezya ve Endonezya. Onlar da silkelenip üzerlerindeki ölü toprağını attılar ve son dönemlerde büyük bir şahlanış içindeler. Dileğim bu bilinçlenme dalgasının kısa zamanda bütün İslâm alemine yayılmasıdır. Bizi İslâm uygarlığının birer mensubu olmak değil kötü yöneticiler bu durumlara sürükledi, lütfen bunu asla unutmayın. Eğer yaşanan geriliğin baş sorumlusu İslâm olsaydı, o zaman hepimizin o çok gururlandığı "âltın çağı" da yaşayamazdık. Ama modern zamanların zorunlu kıldığı bazı dönüşümleri kendi içimizde bir türlü gerçekleştiremedik.

'11 Eylül travmasını iletişimle atlatacağız'

- Olağanüstü bir bilimsel kariyeriniz var. ABD başta olmak üzere bir çok Batılı ülkede büyük itibar görüyorsunuz. Hattâ NASA'daki lâkabınızın da "Kral" olduğunu biliyoruz. 11 Eylül 2001'de ABD'de yaşanan terorist saldırılardan sonra dünyada büyük bir dinsel kamplaşma başgösterdi. Müslümanlara karşı sergilenen soğuk ve düşmanca tutumun sizin akademik ve özel hayatınızda da yansımaları oldu mu acaba ?

- Ben, geride bıraktığımız kırk yıl boyunca bir çok ülkeye geçici nitelikte bilimsel yolculuklar yaptıysam da çoğunlukla ABD'de yaşadım. Ana çalışma üssüm ve yaşam alanım hep burası oldu. Dolayısıyla bu kadar uzun süre yaşadığım bir ülkede bir çok köklü dostluklar da geliştirdim. Amerikan kamuoyu beni yakından tanıyor. Katıldığım radyo-televizyon programlarının, gerçekleştirdiğim gazete-dergi söyleşilerinin ve görev aldığım bilimsel konferansların sayısını artık hatırlayamayacak haldeyim. Bütün bu etkinliklerim sırasında ise kamuoyunun önünde her zaman "Müslüman bilim adamı" kimliğimle bulundum.

11 Eylül olayı, hayatını ABD'de sürdüren bir çok Müslüman gibi beni de derinden sarstı. Doğal olarak yaşanan bu korkunç olayın İslâm ile ilişkisini -daha doğrusu ilişkisizliğini- kamuoyuna doğru bir biçimde anlatabilmek için kâlbimin derinliklerinde ciddi bir sorumluluk hissettim. O tarihten bu yana da fırsatını bulduğum her yerde kitlelerde "gerçek İslâm"ı anlatmak için elimden geleni yapıyorum. Bu konuda Amerikan medya kuruluşlarına bir çok kez konuştum ve yüce bir din olarak İslâm ile İslâm kisveli terör hareketleri arasındaki keskin farkı kitlelere dilim döndüğünce aktardım. Size dürüstçe söyleyeyim ki bugüne kadar ne medyadan, ne meslektaş çevremden, ne de sokaktaki sıradan insanlardan kişiliğime ya da dinime yönelik bir sataşma, taciz ya da saldırı olmamıştır. Aksine, yaptığım ısrarlı açıklamaların beni izleyen kamuoyu üzerinde derin bir etkisi olduğunu mutlulukla müşahade ettim. Bir çok Amerikalı benim yaklaşımlarımı dinledikten sonra ilk andaki öfkelerinin geçtiğini ve artık daha sağduyulu düşünmeye başladıklarını dile getirdiler. Onlar, bu kör şiddetin kökeninde Allah'ın emirlerinin olamayacağını anlamış insanlardı.

Ama, 11 Eylül saldırılarının ABD'de -hoş, sanki dünyanın diğer bölgeleri farklı mı?- İslâm'ın imajını bir miktar zedelediği şeklindeki tesbitin de özünde doğrudur. ABD'de, sokaktaki insanlar arasında zaman zaman sürtüşmeler ve karşılıklı sataşmalar yaşanabiliyor. Bu noktada ise biz aydınlara büyük sorumluluklar düşüyor ve ben de kendi adıma fırsat bulduğum her platformda İslâm kültürünü tanıtmaya gayret ediyorum. Gelecek için kesinlikle iyimserim. Bunun, zamanla tedavi edebileceğimiz bir kültürel sorun olduğunu düşünüyorum.

'1 Milyon Erkek protestosunun hakemiydim'

- Hocam, hazır Amerikan toplumundaki dinsel önyargılardan söz etmişken, konuyu sizin şu ünlü "1 Milyon Erkek" protestosundaki "uzaktan hesaplama" tekniğinize getirmek istiyorum. Bu olaydaki rolünüzü internette hakkınızda yer alan ilginç bilgilerden öğrendim. O protesto gösterisi sırasında yaptığınız şey tam olarak neydi?

- Ali, bildiğin gibi, halen bir "Uzaktan Algılama Merkezi"nin başındayım. Burası Boston Üniversitesi'ne bağlı bir araştırma kurumu ve ben de 1986'dan beri bu merkezde yönetici olarak çalışıyorum. Yaptığımız iş, en kaba tanımıyla, uydu fotoğraflarına bakarak dünyanın herhangi bir bölgesinde petrol, altın ya da su gibi değerli yeraltı kaynaklarını aramak ve isabetli bir değerlendirme sonucunda da bu kaynakları gerçekten bulmak. "Uzaktan Algılama" (Remote Sensing) adıyla tanınan bu bilimsel araştırma alanı ayrıca dünyanın ekolojik dengelerindeki her türlü bozulmayı, deprem riski içeren ya da çölleşen bölgeleri saptamakta da kullanılabilir. Son dönemlerde yeni kentsel yerleşimler kurmaya en uygun alanların tesbitinde de bizim elde ettiğimiz verilerden sıklıkla yararlanılıyor. Yani, özetle yeryüzünün herhangi bir köşesini jeoloji, matematik, coğrafya, optik, kimya gibi bilimlerden de yararlanarak havadan "yorumluyoruz". Ben bu konudaki bilgi birikimimi 1970'lerde Nil kıyılarında nüfus artışıyla gelişen gıda temini ve yerleşim alanı sorunlarını saptamakta kullandım ve o dönemde bilim danışmanlığını yaptığım Mısır eski Devlet Başkanı Enver Sedat'a bir rapor sunarak, onu bu bölgede bir "çölden yeni toprak kazanma programı" uygulaması için uyardım. Demografik bir tıkanmayla karşı karşıya olan Nil havzası insanları da bu projenin hayata geçirilmesiyle büyük ölçüde nefes aldılar. Yani, bu alandaki uzmanlığım yıllar sonra kendi doğduğum coğrafî bölgeye de hizmet etmemi sağladı. Daha sonraları aynı türden araştırmaları Umman, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Hindistan gibi ülkelerin çöllük bölgeleri için de gerçekleştirdim.

Şimdi gelelim "1 Milyon Erkek" olayına… ABD'de -sanırım Türklerin de yakından tanıdığı- çok etkin bir İslâmî grup var. Zenci lider Louis Farakhan'ın yönettiği "Nation of Islam" (İslâm Ulusu). Vaktiyle rahmetli mücahit Malcolm X de bu hareketin içinde yetişmişti.

"İslâm Ulusu" hareketinin yönetim merkezi Chicago'dadır. Bu grubun lideri Farakhan, 1995 yılında Beyaz Saray'ın siyahlara yönelik kimi politikalarını protesto etmek amacıyla, Chicago'dan ülkenin dört bir köşesinde yaşayan Afro-Amerikalılara "başkent Washington'a yürüme" çağrısı yaptı. Bu, hem Farakhan'ın siyahlar üzerindeki karizmasını, hem de "İslâm Ulusu" hareketinin ülke çapındaki etkinliğini ölçecek riskli bir gövde gösterisiydi. Herkes bu ateşli çağrıya kaç insanın uyacağını merak ediyordu. O sırada Beyaz Saray'da Başkan olarak Bill Clinton oturmaktaydı.

Sonuçta Washington'da gerçekten çok büyük bir kalabalık toplandı. Ama bu kez de siyasetçilerden ve bazı medya organlarından "toplantı bölgesine beklenenin çok altında katılımcı geldiğine ilişkin" eleştirel sesler yükselmeye başlamıştı. Ülkenin çeşitli yerlerindeki millî parkların yönetimi ve korunmasıyla görevli olan Amerikan Millî Parklar Dairesi elindeki fotografik verilere dayanarak katılımın 400 bin kişi dolayında olduğunu açıkladı. Farakhan ve yandaşları ise tüm engellemelere karşın yeterli sayıya ulaşıldığını savunuyor, zenci düşmanlarının yapılan protestonun boyutlarını küçültmeye çalıştığını ve katılımın 1,5 milyon kişiye ulaştığını ileri sürüyorlardı. İddiaların karşılıklı kavga ve hakaret boyutuna ulaşması üzerine benim araştırma merkezim olayın "bilimsel hakemi" olarak tayin edildi. Gösteriden sonraki üç gün boyunca on yardımcımla birlikte yüksek binalardan ve gökyüzünden çekilmiş fotoğraflar üzerinde çok ayrıntılı bir çalışma gerçekleştirdik. Sonunda, 19 Ekim 1995 günü resmî raporumuzu kamuoyuna açıkladık: Artı ve eksi yüzde 20 yanılma payıyla, gösteriye ortalama 837 bin insan katılmıştı. Yani o gün orada en az 670, en çok da 1 milyon 4 bin kişi bulunuyordu. Bizim rakamlarımız tartışmaların her iki cephesindekiler tarafından da doğru kabul edildi ve kavga sona erdi. Aslında Farakhan için hiç de fena sayılamayacak bir sonuçtu bu…

- Bunu nasıl saptayabildiniz?

- Meslek sırrı diyelim! Ancak size şunu söyleyeyim ki ben ve ekibim gerektiğinde bir sahildeki ya da dev bir çöldeki kum tanelerini de sayabiliriz.

- Ne diyorsunuz siz Hocam?

- Evet, aynen öyle… Bilimin yasalarını kullanırsanız bu da mümkün. Nitekim, geçmişteki bazı araştırmalarımda çöl kumu saymışlığım da vardır. Ancak, elbetteki bu sayımlarda her zaman için belli bir hata payı da bulunmaktadır. Araştırmanın sonucun yayımlarken bu hata payını da mutlaka duyururuz. Yine de merak edenlere belli bir fikir verebilecek kadar doğru rakamlara yaklaşıyoruz. Merkezimizin 1997 yılında NASA yönetimi tarafından "Uzaktan Algılama Mükemmelik Ödülü"ne lâyık görüldüğünü de burada eklemek isterim.

(El Baz'ın bu araştırması hakkında daha ayrıntılı bilgiye sahip olmak isteyen okurlarımız aşağıdaki linklere göz atabilirler)

http://encyclopedia.thefreedictionary.com/Million%20Man%20March
http://www.bu.edu/remotesensing/Research/MMM/MMMnew.html
'Apollo 15, Ay'a Fatiha Sûresi'yle gitti'

2000 yılında National Geographic televizyon kanalının yayınladığı "To The Moon" adlı bir belgeselde, Apollo 15 uçuşu başlamadan önce, misyonun komutanı David Scott'a mürettebatı tehlikelerden koruması dileğiyle bir Kur'an hediye ettiğinizi dinlemiş ve çok duygulanmıştım. Sonradan bu olayı ele alan bir de yazı yazdım gazetemizde. Sözkonusu yazı kısa sürede hayli popüler oldu ve ülke çapında bir çok internet sitesine girdi.
(İlgilenenler için: http://www.yenisafak.com/arsiv/2003/ocak/19/tarih1901.html)
Hazır size ulaşmışken artık bu öykünün bütün ayrıntılarını öğrenmek istiyorum Hocam. O Kur'an gerçekten Ay'a kadar gitti mi? Gittiyse şimdi hâlâ orada mı?

- Sevgili Ali, haberini biliyorum. İlk yazışmamızda bana o yazının da linkini göndermiştin. Sergilediğin dikkate de bu güzel ve anlamlı hatıraya gösterdiğin duyarlılığa da teşekkür ederim. Benim Boston Üniversitesi'ndeki en iyi öğrencilerimden biri bir Türk'tür. Bu öğrencimin adı Mutlu, Mutlu Özdoğan. Kendisi, gelecekte çok şey beklediğim son derece değerli bir bilim insanıdır. Onun genel bir tercümesiyle yazını inceledim ve çok mutlu oldum.

Benim National Geographic'deki o programda anlattıklarımı genel çerçevesiyle gayet doğru anlamış ve anlatmışsın. Ancak birkaç küçük eksiklik vardı orada. Dilersen, bu vesileyle ben de onları tamamlamış olayım.

- Hocam, dilemek ne kelime? Meraktan çatlayacağım!

- Benim için derin bir duygusal anlam taşıyan bu olayın kökeni, Ay'a gerçekleştirdiğimiz son üç Apollo seferine uzanıyor. Yani 15, 16 ve 17 numaralı Apollo misyonlarına. O uçuşlardan sonra da NASA Ay defterini kapattı zaten. Bu üç seferin ise diğerlerine göre -Apollo 11, 12, 13, 14- çok farklı yönleri vardı. Bir kere Apollo 15 ile birlikte Ay'a elektrik enerjisiyle çalışan iki kişilik bir otomobil gönderecektik. Hani şu belgesellerde sık sık izlediğiniz antenli ve üstü açık Ay arabası, yani resmî adıyla "Rover-1". Ayrıca aynı yolculukta gemiye iki renkli TV kamerası, bunlara bağlı karmaşık yan ekipmanlar ve astronotların orada kimyasal deneyler yapmaları için gereken daha bir sürü teknik araç-gereç yüklenecekti.

Apollo 15, Allah'ın bu gemiyi yolculuk boyunca esirgemesini bütün kalbimizle dilediğimiz, gerçekten çok cüretkâr bir seferdi. Geminin her tarafı tıklım tıklım doluydu. Araca o güne kadarki Ay uçuşlarında görülmemiş düzeyde yükleme yapılmıştı. Çünkü hepimiz Ay programının yakında tamamlanacağını biliyor ve astronotlarımızın bu son üç seferden geriye getirebilecekleri kadar bilgi getirmelerini arzuluyorduk. Finansman sorunları nedeniyle, bir daha belki de Ay'a hiç gidilemeyecekti.

Daha önce de söylediğim gibi, Apollo astronotlarının birçoğunu bizzat eğittim. Temel uzmanlık alanlarım jeoloji ve kimyadır. Yerküre jeolojisinin yanısıra, "lunar science" yani "Ay bilimi" denilen özel dalda da uzman sayılıyorum. Dünyamızın uydusunun oluşumu ve günümüzdeki yüzey yapısı hakkında geniş bilgi sahibiyim. Bu yüzden de NASA Apollo misyonları sırasında araçların Ay'da inecekleri noktaların tesbitini ve inişin matematiksel hesaplamalarını yapma görevini bana ve ekibime vermişti. Sanırım doğru yerleri seçmişim ki hepsi de görevlerini kazasız belasız tamamlayıp geri döndüler!

Özellikle son üç misyonda, yani Apollo 15, 16 ve 17 ekiplerini eğitmede daha yoğun katkılarım oldu. Onlara Ay yüzeyinde hangi noktaya inecekleri, iniş anında ne yapacakları, yüzeye ayak bastıktan sonra nasıl hareket etmeleri gerektiği ve ne tür kaya örnekleri toplamalarının daha yararlı olacağı gibi konu başlıklarını aktarıyordum.

Ay yüzeyindeki bir astronot tek bir yanlış adımıyla kendisini de arkadaşlarını da birkaç saniye içinde mahvedebilir. Sözgelimi, ters bir hareket sonucunda yere kapaklanıp başlık vizörünü kırabilir, bu da onun saniyeler içinde boğularak ölmesi demektir. Aynı şekilde dokunmaması gereken bir yere dokunarak giysisinde büyük hasara yol açabilir ya da yüksek radyoaktif ışıma yayan bir jeolojik örneği gemiye götürerek ekibin hayatını tehlikeye sokabilir. Hiçbir ayrıntıyı atlamaksızın, bu konularda daha önceden hazırladığımız bütün davranış senaryolarını daha eğitim aşamasındayken astronotlara aktarıyorduk.

Her bir ekibe ortalama ikişer yıl boyunca fiilen ders verdim. Görev tarihi yaklaştıkça beni artık eşlerinden bile daha fazla görmeye başlamışlardı ve böylelikle aramızda güçlü dostluklar oluşuyordu.

Ancak, Apollo 15'in fırlatılış hazırlıkları sırasında, biraz önce anlattığım nedenlerle, hiçbirimizin gizleyemediği kadar yoğun bir gerilim içindeydik. Böylesine yüklü bir gemi Ay'a kadar sağ salim gidebilecek miydi? Gitmeyi başarsa bile, bu kez geri dönüşünü sırtlayabilecek miydik? Bu adamların göreve hazırlanmasına uzun yıllarımızı vermiştik, onlar da gemi de bizler için çok değerliydi. Arkadaşlarının uzayın derinliklerinde bir yerde boğularak ölmesini kim ister ki?

Apollo 15 fırlatılmadan çok kısa bir süre önce geminin komutanı Albay David Scott'la biraraya geldim. Kumanda modülünün içini inceliyorduk. Ona "Sevgili dostum Dave" dedim, "Sizlerin hayatta kalabilmesi için bu teneke kutunun içinde aklın, mantığın ve bilimin emrettiği herşeyi yaptık. Olayın bundan sonrasında ise inançlar devreye giriyor. Ben, eğer komutan olarak izin verirsen, bu gemiye kendi inandığım bir koruma mekanizmasını daha eklemek istiyorum."

"Ne yapacaksın?" diye sordu merakla. "Aracın gövdesine Kur'an'ın açılış sûresi olan Fatiha'yı koyduracağım. O, benim kutsal kitabımın özüdür. Belki bu düşüncem sana şimdi anlamsız geliyor olabilir, ama ben böylelikle sizleri Allah'a emanet ettiğimi düşüneceğim" diye cevap verdim. Ardından da ona Fatiha'nın anlamını aktardım.

Dave dinibütün bir Hıristiyandı, ama söylediklerimi kesinlikle yadırgamadı. "Kral" dedi, "Lütfen yap bunu, çünkü çok tedirginim ve bizleri bu uçuş süresince koruyabilecek herşeye şiddetle ihtiyacımız var! Fatiha Sûresi mutlaka gemimizde olsun!"

Sonuçta, 26 Temmuz 1971 günü Apollo 15 Ay'a gövdesinde Fatiha Sûresi'ni taşıyarak gitti. Ekibin yanında küçük bir Kur'an da vardı. İhtimal dahilindeki binlerce riske rağmen hiçbir aksilik olmadı. Kazasız belasız Ay'a gidip "Yağmurlar Denizi" bölgesindeki Apeninne Dağları'nın eteğine indiler, kameraları kurdular, deneyleri yaptılar, otomobili çalıştırıp gezintiye çıktılar ve o güne kadar "örümcek"ten en uzak noktaya giden astronotlar oldular. Toplam 66 saat 54 dakika ay yüzeyinde kaldılar ki bu o tarihe kadarki en uzun süreli konaklamaydı. Bu sefer sırasında Kennedy Uzay Üssü'nde okuduğum duaların sayısını hatırlayamıyorum bile. Çünkü eğer Apollo 15 astronotları yolculuk sırasında bir kazaya kurban gitselerdi, Ay yolculukları sonsuza kadar gündemden kalkacaktı ve bizler de bu kâbusun üzerine, bilim tarihine çok büyük bilgi birikimi kazandıran son iki seferi de yapamayacaktık. Amerikan yönetimi "dünyada ve ABD'de bunca ekonomik sorun varken, Ay'ı keşfetmeye çalışmak çok mu gerekli" diyen muhalif gruplarının yoğun baskısı altındaydı o dönemde. Bunlar, herbiri milyar dolarlar düzeyinde bütçe gerektiren dehşet derecede pahalı uçuşlardı. NASA Apollo 15 seferi çok başarılı olduğu için son bir gayretle 16 ve 17 numaralı misyonları devreye soktu. Ki bu noktadan sonra zaten bizler de Ay'dan bilgi olarak alacağımızı fazlasıyla almış durumdaydık.

Ben boşinançları olan biri değilim, bir bilim insanıyım. Uzay boşluğu, insan organizması için düşünebileceğiniz en tehlikeli yerdir. Böylesine büyük bir operasyonda sırtınızı yalnızca inançlarınıza dayayarak tedbiri ve bilimsel ciddiyeti elden bırakamazsınız. Bu İslâm'ın da ruhuna aykırı olur zaten. Ama inanıyorum ki Yüce Allah o gün o ekibin uzayın derinliklerine başarıyla açılmasını ve yarattığı evrenin zenginliklerinin yeryüzündeki bütün kulları tarafından olanca ihtişamıyla görülmesini istedi. Ve bu dilekle de yolumuzu ardına kadar açtı. Bugünün değil, 1971'in teknolojik düzeyinden söz ediyorum sizlere! Ben bugün bile olsa aynı yolculuğu bir kez daha düzenlemeye çekinirim doğrusu. Hatırlanacağı gibi, NASA 1986 ve 2003 yıllarında iki uzay mekiğini içlerindeki mürettebatla birlikte kaybetti. Kaldı ki aradan geçen 30 küsur yılda teknolojinin katettiği aşama başdöndürücü. Ama o günlerdeki teknoloji için aynı şeyleri söylemem mümkün değil, uzay gemilerini yöneten elektroniksistemler çok daha basitti. Zaten o seferde Ay'a inen iki kişiden biri olan James Irwin, geri dönüşünün hemen sonrasında emekliye ayrıldı ve "Yüksek Uçuş" adlı bir Hıristiyanlık Vakfı'nda yöneticiliğe başladı. Hayatının sonuna kadar da dindar bir insan olarak yaşadı.

- Irwin'i Türk halkı da yakından tanıyor. 1980'lerin ortalarında Nuh'un gemisini aramak için ülkemize gelmiş ve bir-iki kez Ağrı Dağı'na çıkmıştı. Hattâ tırmanışlarından birinde ayağını kırıp hastaneye kaldırıldığını hatırlıyorum. Ne ilginç bir talih, Ay'a kadar kazasız belasız gidip gelmeyi başardı, ama Türkiye'deki dağcılık serüveninde o kadar şanslı değildi.

- Evet, bu yöndeki arayışlarını ben de biliyorum. Kendisini 1991'de kalp krizinden çok genç yaşta kaybettik. İnsanlık tarihinde Ay'a ayak basma ayrıcalığını yaşamış 12 özel kişiden biriydi o. Diğer 11'i ise halen hayatta bulunuyor. Çoğuyla fırsat buldukça görüşüyorum. Hepsine uzun ömürler dilerim.

'Ay'a gidilmediği yönündeki iddialar gülünç'

- Hocam, belki şimdiki soru biraz canınızı sıkacak, ancak size ulaşmışken böylesine çok tartışılan bir konuyu sormadan da edemeyeceğim. Mutlaka sizin de kulağınıza gelmiştir, yıllardan bu yana ABD'de ve İngiltere'deki bazı kişi ve gruplar Ay'a aslında hiç gidilmediğini, Amerikan yönetiminin Apollo misyonu sırasında çekilen bütün fotoğraf ve filmleri Nevada'da bir hangarda hazırlattığını ileri sürmekteler. Gerçi, eldeki bilimsel verilere bakıldığında bu son derece gülünç bir iddia, ancak zaman zaman kuşkucuların bazı Ay fotoğraflarında buldukları optik bilimine aykırı gibi görünen hususlar bu kuşkuları beslemeye devam ediyor. Ayrıca, NASA'nın fotoğraflarda göze çarpan bazı mantıksal çelişkilerle ilgili kamuoyuna çok doyurucu açıklamalar yapmaması da bu iddiaları hâlâ ayakta tutan bir başka sebep…
Sözkonusu komplo teorilerini üreten bazı kaynaklar, sizin bu olayın merkezindeki "çok şey bilen kişilerden biri olduğunuzu" ileri sürüyorlar.
Ay'a hiç gidilmediği yönündeki iddialar ABD'deki bilimsel faaliyetleriniz sırasında size de ulaşıyor mu? Bu iddiaların sahipleriyle karşılaştığınızda tepkiniz ne oluyor? Onlara kızıyor musunuz, sessiz mi kalıyorsunuz, yoksa kuşkularını giderecek açıklamalar mı yapıyorsunuz?

- Bu konudaki sorulara asla kızmadım ve kızmam da. Çünkü insanların herşeyi sorgulamaya hakları vardır. Benzeri türden sorularla ABD'de de sık sık karşı karşıya geliyorum ve hepsine sabırla cevap veriyorum. Size şu kadarını söyleyeyim: Ben "Ay'a aslında hiç gidilmedi, NASA bize yalan söylüyor" şeklindeki iddiaların ortalıkta ilk kez dolaşmaya başladığı 1970'li yıllardan itibaren muhalif kişi ve grupların bu konudaki bütün anti-tezlerini titizlikle takip ettim. Bu insanların yazdıkları kitapları, gazete makalelerini okudum, yaptıkları televizyon programlarını izledim. Kesin olarak söyleyeyim ki bu anti-tezlerde Ay'a gidiş serüveninin gerçek olmadığını bilimsel olarak kanıtlayabilecek bir tek ciddi satıra ya da en küçük bir fotografik kanıta rastlayamadım. Yıllardır havanda su dövüp duruyorlar. Apollo Programı kapsamında Ay'a başarıyla gidip gelen 6 gemi ve yüzeye inen 12 seçilmiş adam her seferinde dünyamıza, bu dünyanın jeolojik yapısından tamamen farklı yüzlerce kilogram kaya ve toprak getirdiler. Bunların hepsinin mühürlü kutuları da bir jeolog olarak ilk kez benim gözümün önünde açıldı. Dünyamızda bir gramlık bir benzeri dahi bulunmayan kaya ve toprak örneklerine kendi ellerimle dokundum, onları aylarca inceledim. Florida'daki yer kontrol merkezinde, hepsi öğrencilerim olan astronotlarla Ay'dan yaptığım görüntülü görüşmelere ne demeli, binlerce kare fotoğrafa ve filme ne demeli, elde edilen onca bilimsel bulguya ne demeli? Biz yüzlerce kişi Kennedy Uzay Üssü'nde aynı anda bir hayâl mi gördük?

Bu iddiaların sahiplerine kızmıyorum, ama bilimsel cehaletleri nedeniyle onlara acıyorum. NASA'nın bazı fotoğraflardaki ufak tefek estetik rötuşlamalarından hareket ederek insanlık tarihinin en başarılı bilimsel operasyonlarından birine gölge düşürmeye çalışıyorlar. Çok kesin bir dille söylüyorum ki Ay'a gidildi, hem de bir değil tam altı kez gidildi ve ben hepsinde üst düzey bir yönetici olarak oradaydım.

Apollo 15 seferinin, daha önce anlattığım duygusal gerekçelerle benim meslek hayatımda çok özel bir önemi var. Bu yüzden sık sık ondan örnekler veriyorum. Bu soru çerçevesinde size bir kez daha aynı uçuşun mürettebatına ilişkin bir başka hatıramı aktarmak isterim.

Apollo 15'in Ay'a başarıyla gidip gelmesinden aylar sonra, o uçuşun -Fatiha Sûresi'ni gemisine koyduran- komutanı Albay David Scott ile bir gece NASA'daki bilimsel bir toplantıya katıldık. Toplantı çıkışında bahçede yanyana yürümeye başladık. Gökyüzünde müthiş parlak bir dolunay vardı. Dave bir an için durdu, dolunaya uzun uzadıya hiç konuşmadan baktı. Ben de çıtımı çıkarmadan onu izliyordum. Sonunda bana döndü ve aynen şöyle dedi: "Biliyor musun Faruk, Ay öylesine uzaklarda bir yerlerde ki, ben şu an bile oraya gidip geldiğime hâlâ inanamıyorum! Söylesene, biz bu işi nasıl başardık Allah aşkına?"

Ben bu sözü bizzat Ay'a ayak basmış bir insandan duyduktan sonra, 1970'lerin teknolojisiyle Ay'a nasıl gidildiğine şaşıran insanlara artık çok da kızamıyorum. Olabilir böyle kuşkular, ama bilim-kurgusal fantazileri bir kenara bırakıp olaya bilim ciddiyetiyle bakarsak, Ay'a gidişin tartışma götürür bir tarafı yoktur. Müslüman gençler bu tür iddiaları dikkate almamalı, böyle anlamsız komplo teorileriyle uğraşarak çok değerli olan zamanlarını kaybediyorlar.

'Müslümanların Evrim Teorisi'nden dehşete kapılmalarına gerek yok'

- Sayın Hocam, bugün dünyanın pek çok ülkesi gibi Türkiye'de de bilim çevrelerine materyalist görüşte olan kişiler egemen durumda... Pozitif bilimlerle uğraşan insanların, hayata bakış açısı itibarıyla siyasal yelpazenin mutlaka 'sol kanadında' durmak zorunda oldukları gibi yaygın bir kanaat oluşmuş. İyi bir bilim adamının Tanrı'yla bağlarını ya son derece zayıf tutması ya da düpedüz ateist olması gerektiği yönünde bir dayatma gözlemliyoruz bilim çevrelerinde. Sözgelimi, halen üzerinde pek çok soru işareti bulunan ve kesinlikle kanıtlanmaya muhtaç olan "Evrim Teorisi", Türkiye'deki sosyalist bilim çevreleri tarafından kamuoyuna çok kesin bir bilimsel yasa olarak lanse ediliyor, bunu kuşkuyla karşılayanlar ise aşağılanıp gericilikle suçlanıyor.
Siz ise kariyeriniz boyunca hiç böyle bir materyalist maske takma gereği duymadınız ve Müslüman bir bilgin olduğunuzu her platformda açıkça dile getirdiniz.
Solcu düşüncenin kuşattığı bilim mafyasının bu tür dayatmalarına ve dindar bilginlere karşı yürütülen psikolojik savaşa ne diyorsunuz? İnsan materyalist olmadan da başarılı ve üretken bir bilim adamı olamaz mı?

- Sevgili Ali, ilk olarak şunu önemle vurgulamalıyım ki Batı ülkelerindeki halkların tamamını topyekün materyalist olarak görmek son derece hatalı bir tutumdur. Bu, bütün İslâm toplumlarını maddeciliğe hiç önem vermeyen, tamamen ruhsal boyutta yaşayan, adetâ her ferdi birer ermiş ya da evliya mertebesine ermiş kişiler olarak görmek kadar yanlıştır. Bana göre, yeryüzündeki bütün toplumlar bu iki uç algılayışın birer sentezidir. Ve altını çizerek söylüyorum ki, ideal olanı, Yüce Allah'ın da bizden istediği, bu ikisinden birinin diğerini hakir görmeyeceği, gölgeye itelemeyeceği itidalli bir hayat çizgisi içinde yaşamamızdır.

Ben Batı ülkelerinde geçirdiğim son kırk yılda senin tanımladığın mantıkla bilim üretenlere rastladığım gibi, sahip olduğu bilgiden gerekli manevî dersleri çıkarmış pek çok araştırmacıyla da karşılaştım. Yani, bilim dünyası o kadar da "elden çıkmış" bir alan sayılmaz. Bu konuda kesinlikle umutsuz olmamalısınız.

Sorudaki ikinci önemli nokta ise "Evrim Teorisi" tartışmalarıyla simgelediğin farklı bakış açıları… Belki sana şaşırtıcı gelecek, ama ben bazı noktalardan bakıldığında Evrim Teorisi'nin yaradılış düşüncesiyle barışık yönleri olduğunu da düşünüyorum. Çünkü bu teori aslında çok dallı budaklı ve geniş kapsamlı meselelere giriyor. Orada savunulanları yalnızca -iman sahiplerini haklı olarak rencide eden- şu ünlü "İnsanın atası maymunumsu canlılardır" iddiasından ibaret olarak düşünmek bence eksik olur.

Benim babam Kahire'deki El-Ezher Üniversitesi'nde hoca ve yöneticiydi. Yaşamı boyunca beni, kız ve erkek kardeşlerimi kaynağı ne olursa olsun bilgiye doğru yürümemiz ve o bilgiyi ne yapıp edip kazanmamız konusunda yüreklendirmiştir. Bunu yaparken de bizlere İslâm'ın yolundan uzaklaşmamız anlamına gelebilecek en küçük bir olumsuz tavsiyede dahi bulunmamıştır. Söylediği şey çok açıktı ve hepimizce de gayet tanıdıktı: "Bilim Müslümanların kaybolmuş malıdır, onu Çin'de bile olsa gidip alın!"

Babam sayesinde dogmaların etkisinden kurtularak çevreme ve dünyaya açıkfikirlilikle bakmayı öğrendim. Bu yaklaşım biçimi de sonradan bütün hayatıma yön verdi.

"Evrim Teorisi", adı üstünde, yalnızca bir teoridir. Araştırılmaya, incelenmeye ve üzerinde konuşulmaya muhtaç bir teori. Yaradılış inancı ise bilimsel bir teori değil -yine adı üstünde- inançtır.

Sözün burasında, sana Evrim Teorisi'ne ilişkin olarak kendi bulgularımdan bir örnek vermek isterim. Ben yükseklisans eğitimimi Güney Mısır'daki Assiut Üniversitesi'nde jeoloji üzerine yaptım. Okulu bitirme projem ise 60 milyon yıllık bir kaya kalıntısı içinde bulduğum mikrofosillerdi. Yaptığım araştırmalar sonucunda, o dönemin deniz canlılarının giderek küçüldüğünü ortaya çıkardım. Çünkü yaşadıkları su kaynakları organizmalarını besleyecek yoğunlukta bir gıda potansiyelinden yoksundu ve bu tehdit nedeniyle onlar da adım adım daha küçük formlara doğru kaymaktaydılar. Aynı türden kabuklu deniz canlılarının çağlar içinde ciddi farklılık gösteren kabuk büyüklükleri de bu tezimi kanıtlıyordu. Elde ettiğim bulguları gıda kaynaklarına bağlı "cüceleşme" (dwarfism) olarak formüle edip yayınladım. Bu canlıların yaşadıkları şey, bazılarının "evrim" dediği o uzun sürecin küçük bir kesitiydi.

Şimdi, ben Müslüman bir bilim adamı olarak ta kırk yıl öncesinde Mısır'da böyle bir bulguya ulaştım. Ne yapacağım bunu, örtbas mı edeceğim? Hayır, ortada zaten inancıma aykırı bir durum yok ki, neden rahatsızlık duyayım? Benim inancıma göre, Allah yeryüzündeki bütün canlıları değişen çevresel şartlara göre kendi biyolojik önlemlerini alacak ve organizmalarını yeniden biçimlendirecek bir mükemmellikte yaratmıştır. Ayakta kalabilmek için küçülmesi gerekenler küçülmüş, boylarının uzaması gerekenler boylarını uzatmış, yüzmeyi öğrenmesi gerekenler yüzmeye başlamış, daha hızlı koşmaları gerekenler daha hızlı koşmuştur. Ve bütün bu değişikler de milyonlarca yıllık bir sürece yayılmıştır.

Eğer yaratıcımız öyle dilemişse hayat bu şekilde de yürür. Yok eğer dilemezse bilime uygun bir vesile türetir ve o türün varlığını sona erdirir. Dinozorların, insanların varolduğu bir dünyada onlarla birarada yaşadıklarını düşünebiliyor musun? Herhalde korkunç şeyler olurdu yeryüzünde. Ama evrim denilen süreç duruma müdahale ederek onları bu dünyadan daha yolun başında -bir şekilde- çekip almış. Birilerinin "evrim" dediği bu ayıklama programına bizler ise rahatlıkla "Allah'ın küllî iradesi" diyebiliriz.

Kısacası, Müslüman bir bilim adamı olarak ben evrim araştırmalarından çok da rahatsızlık duymuyorum. Dahası, bu alanda çalışan bilginlerin belli bir noktaya kadar mantıklı sonuçlara vardığına da inanıyorum. Evrenin hakimi olan yüce Allah aynı evreni tümüyle bilim yasalarına uygun olarak yaratmıştır. Yaratma süreci ise halen devam ediyor. Evrende yaşanan herşeyin "âdetullah" gereği birer bilimsel açıklaması bulunmaktadır. Bilim adamlarının yapmaya çalıştığı şey ise yalnızca bunların adlarını koymaktır. Gördükleri mucizeler karşısında düşünüp iman etmeyenler var ise bu onların kişisel felaketidir. Bulduğum her yeni şey, bir Müslüman olarak benim imanımı güçlendiriyor.

'Henüz bir tek uzaylı bile görmedim'

Prof. Dr. El-Baz, bir Müslüman olarak bilim dünyasına ve kültürlerarası yakınlaşmaya katkılarından dolayı 2002 yılında ABD'nin en önemli İslâmî sivil toplum kuruluşlarından biri olan Güney California İslâm Merkezi tarafından "Başarı Ödülü"ne layık görüldü.
- Sayın Hocam, insanoğlunun uzayın fethine yönelik en önemli atılımlarında çok kritik görevler almış bir bilim adamı olarak, adınız internetteki "UFO" sitelerinde de sıklıkla anılıyor. Bu sitelerin büyük bir bölümü ne yazık ki bilimsel ciddiyetten uzak, olaya fantazi boyutunda yaklaşan kafa karıştırıcı yayınlar yapmaktalar. Ancak, kanımca dünya dışı yaşam yalnızca hayâlperestlerin ya da Hollywood'un değil, ciddi bilim adamların da üzerinde önemle durması gereken bir konu…
Bu gibi gruplar sizin için de "Apollo Ay Programı sırasında ele geçirilmiş dünya dışı yaşam bulgularını gizleyen ekibin çok önemli bir üyesi" diyorlar. Onlara göre, dünya üzerinde bu "top secret" sırra vakıf olan az sayıdaki bilginden birisiniz.
1967-1972 yılları arasında gerçekleştirilen Apollo yolculukları sırasında Ay'da gerçekten dünya dışı zeki yaşama ilişkin bulgular elde edildi mi? Sözgelimi, uzaylılar tarafından inşâ edildiği düşünülebilecek mimarî yapılar, geçmiş uygarlıklardan kalıntılar gibi… Bir de Apollo astronotlarının seyahatleri sırasında kendilerini takip eden bir çok UFO'nun filmini çektikleri söyleniyor. Son yıllardaki insansız Mars seferlerinde de bu tür iddialar ortaya atıldı. Ne diyorsunuz bu tür söylentilere? NASA'da birşeyler dönüyor da bizler mi bilmiyoruz?

- Benim kırk yıllık bilim serüvenim içinde, şimdiye kadar önüme dünya dışı yaşam iddialarını destekleyecek nitelikte tek bir kanıt bile gelmedi. Aldığım sorumluluklar gereği çok üst düzey bilimsel ortamlarda bulundum, ama gerçekten bu konunun imâ yollu dahi gündeme geldiği bir durum olmadı. Üzülerek söylüyorum ki biz bilim adamlarının elinde hâlâ "kanıt" sayılabilecek tek bir film, fotoğraf ya da dünyadışı malzeme yok. Hayâlperestlere bakarsanız Amerikan hükümetine bağlı gizli birimlerde bunlardan yüzlercesi var, ama bana sorarsanız henüz en küçük bir kanıta dahi ulaşabilmiş değiliz. Tabii, ben kanıt derken amatör araştırmacıların ucuz hilelerle bezenmiş film ve fotoğraflarını kastetmiyorum, ciddi bilimsel bulgulardan söz ediyorum.

Evrende henüz bizim dışımızda zeki bir yaşamın ipuçlarını ne yazık ki yakalayabilmiş değiliz. "Ne yazık ki" diyorum, çünkü başka gezegenlerde yaşam olabileceği yönündeki iddiayı topyekün reddetmek için hiçbir nedenimiz yok. Ne dinsel ne de bilimsel açıdan. Olabilir elbette ve ben böylesine önemli bir bulguya ulaştığımda bunu insanlık âleminden gizlemeye gerek duymam. Ama yeşil derili uzaylıları şimdiye kadar yalnızca Spielberg'in filmlerinde görme şansına eriştim!

'Müslüman gençlikten çok şey bekliyorum'

- Gerçi bu saatten sonra ikinci bir Faruk El-Baz yetiştirmek oldukça zor, ancak biz yine de sizin ağzınızdan gençliğe yönelik umut dolu bir mesaj almak istiyoruz. Çağdaş bilimin en seçkin isimlerinden biri olarak, kendini bilim dünyasına adamak isteyen genç kuşaktan Müslümanlara ne gibi mesajlarınız olabilir? Büyük bilimsel kuruluşların yönetimlerini ellerinde tutan Batılı hükümetlerin bugünkü önyargılı İslâm anlayışı ve Doğu toplumlarına mesafeli yaklaşımı dikkate alınırsa, Doğu ülkelerinden çıkıp dünya çapında saygınlık kazanacak daha başka uluslararası bilginler de çıkarabilir miyiz? Yoksa bu süreç sizin kuşağınızla birlikte sona mı ermiş olacak? Yeni keşifler yapmak ve hem İslâm alemine hem de küresel bilime katkıda bulunmak isteyen Müslüman gençlere ne tavsiye edersiniz?

- Sevgili genç Müslüman kardeşlerime bu vesileyle iletmek istediğim bazı özel mesajlarım olacak elbette. Bu yüzden de şimdiki soruyu en az diğerleri kadar önemsiyorum Ali…

Ben jeolojide olduğu kadar ilâhiyat alanında da yetkin hocaların elinde büyümüş bir kişiyim. Babam, daha önce de söylediğim gibi, dünyanın sayılı üniversitelerinden biri olan El-Ezher'de hocaydı ve bizleri katıksız bir inançla büyüttü. Kendisi aynı zamanda bilimin her dalına gönül kapıları sonuna kadar açık bir aydındı. Sürekli okumamızı, araştırmamızı ve evreni olabildiğince anlamamızı isterdi. Şu hiç unutulmasın ki İslâm dininde insanoğlunun bilimsel anlamda gelişmesini, ilerlemesini ve atılımlar yapmasını engelleyici hiçbir emir ya da yasak yoktur. Hurafeleri ve bidatları boşverip, Kur'an'ın ruhuna bakarak konuşursak, Allah'ın kitabında böyle mantıksızlıklar göremeyiz! Aksine diğer bir çok dinsel inanışın aksine, son din olan İslâm, Kutsal kitabı Kur'an aracılığıyla bizleri içindeki herşey ile birlikte evren denilen bu sonsuz boşluğu keşfetmek için motive etmekte, hattâ neredeyse düpedüz kışkırtmaktadır. İslâm'ın ruhunu tam mânasıyla kavramış bir Müslüman için, yaşadığı dünyayı, onun üzerinde bulunan canlı-cansız bütün varlıkları ve bunun da ötesinde evreni araştırmak adetâ bir ibadettir.

Çağımızda genç Müslümanların en öncelikle yapmaları gereken şey, inançlarına sıkı sıkıya sarılmak, bu konuda eksik olduğunu gözlemlediğim özgüvenlerini güçlendirmek ve ardından da donanabildikleri kadar çok bilgiyle donanmaktır. Yüce Allah da onun aziz peygamberi de "cahil insanın kaybedenlerden olacağını" defalarca buyurmuşlardır. Daha fazla bilgiyle donanan insanın hem kendine hem de başkalarına saygısı artar. Toplumun diğer üyeleriyle didişmeyi bırakıp onları sevgiyle aydınlatmaya girişir.

Ben eğer okumaya ve bilgilenmeye bu denli kararlı bir biçimde, tutkuyla bağlanmasaydım, şimdilerde Nil kıyısında bir yerlerde belki de yaşlı bir çoban olarak ömrümün son yıllarını yaşıyor olacaktım. Elbette ki bu sözümle çobanları küçümsemiyorum, ileri bir uygarlığın işini iyi yapan çobanlara da ihtiyacı var. Ama onlardan daha önce, hayvanlara değil insanlara rehber olacak nitelikte kişiler yetiştirmemiz gerekli. Bu yüzden de Allah'tan sürekli bilgiyi diledim, O da kâlbime göre verdi ve bana tarihin kırılma noktalarını oluşturan önemli olaylarda kritik roller üstlenmeyi nasip etti.

İtiraf etmek gerekir ki, benim kuşağım Arap/İslâm dünyasında güçlü bir "ümmet bilinci"nin oluşturulması noktasında başarısız olmuştur. Benim gençlik yıllarımda İslâm ülkelerinde abartılı bir biçimde miliyetçi rüzgârlar esiyor, zaman zaman da sosyalist görüşler egemen oluyordu. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda İslâm dünyasının selametinin bu akımlarda olmadığını daha iyi görüyorum.

Bizler ilk gençlik yıllarımızda yeterince şuurlu değildik. Ancak, bütün içtenliğimle söylüyorum ki İslâm dünyasının şimdiki genç kuşaklarından çok daha umutluyum. Yeni gelen nesiller, bilgiyle donanmış, parmakla gösterilen insanlar olarak İslâm'ın tüm dünyada seçkin birer temsilciliğini yapacaklar ve bizim başaramadığımızı mutlaka başaracaklar. İnsanlık ailesi içinde İslâm ümmetinin mutlaka saygın ve özel bir yeri olacaktır. İslâm, Türkiye'deki ve dünyanın diğer köşelerindeki aydın Müslümanlar sayesinde gelecekte terörle ve gerilikle değil, "en ileri olmakla" özdeş bir kavrama dönüşecektir. Hepinizden çok çalışmanızı istiyorum. Mısır'daki ücrâ bir köyde doğan Faruk şu küçük hayatına bütün bunları sığdırmışsa, sizler elbette ki daha fazlasını yapabilirsiniz. Hayata asılın ve başarın. İslâm kaybedenlerin dini değildir. Ayrıca şunu da hiç unutmayınız ki dünyadaki hiçbir aklı başında devlet, bilimsel çalışmalarında İslâm dünyasından gelen üstün beyinlere set çekerek bir yere varamaz. İnsanlığın gelişimine yön veren bütün büyük bilimsel atılımlar, daimla farklı uluslardan insanların ortak zekâsı ve gayretiyle gerçekleştirilmiştir. NASA'da Ay'a ilk ayak basıldığında bir sürü Müslüman bilim adamı çalışıyordu, bugün de çalışıyor, aynı şekilde gelecekte de çalışacaktır. Çünkü dünyanın bizden öğrenecek çok şeyi var.

'Türkiye'ye üç kez geldim'

- Hocam, benim ülkem Türkiye'yi merak ediyor musunuz hiç? Sözgelimi, bizdeki bilim ortamını yakından tanımak ister miydiniz? Herhangi bir bilimsel kuruluştan ciddi bir davet gelse Türkiye'yi ziyaret eder misiniz? Sizi ülkemizde ağırlamak bize büyük bir gurur verir.

- Belki şaşıracaksın şimdi ama, ben Türkiye'ye daha önce üç kez geldim. İki kez Ankara'da, bir kez de İstanbul'da bulundum. Attığım her adımda ortak bir kültürün topraklarında olduğumu hissederek bu ziyaretlerimden büyük keyif aldım. Sonuncu gelişim 2002 Haziran ayında İstanbul'aydı ve uzaktan algılama üzerine uluslararası bir konferansa katılıp tebliğ sundum (İTÜ tarafından düzenlenen Third International Symposium Remote Sensing of Urban Areas-Üçüncü Uluslararası Kentsel Alanların Uzaktan Algılanması Sempozyumu, 11-13 Haziran 2002).

Bu süreçte ülkenizin değerli bilim adamlarıyla çok yapıcı görüş alışverişlerim oldu. Eminim ki bu tür ziyaretlerim yakın gelecekte de tekrarlanacak. O zaman İstanbul'da seninle bu kez de yüzyüze görüşmeyi dilerim.

- Bunu ben de çok isterim Hocam. Bizleri kırmayıp, üniversitedeki onca yoğunluğunuz içinde bu kıtalararası söyleşiye zaman ayırdığınız için gazetem ve okurlarımız adına size gönülden teşekkür ediyorum.

- Ben de içtenliğin için teşekkür ederim Ali… Kardeş Türk halkına lütfen selam ve saygılarımı ilet.

Bu söyleşiden hemen sonra Fas'ın başkentindeki bir konferansa katılmaya gideceğim. Konferansın konusu "Arap Dünyasında Gençliğin Eğitimi". Gördüğün gibi yalnızca Ay'a iniş ya da uzaktan algılama ile uğraşmıyorum, İslâm dünyasının seni üzen çağdaş sorunları beni de fazlasıyla üzüyor ve bu konuda son nefesime kadar çalışmaya devam edeceğim. Gayret bizden, takdir Allah'tan…

(Türkiye'nin herhangi bir yerinden Prof. Dr. Faruk El-Baz'a İngilizce ya da Arapça olarak selam mahiyetindeki mesajlarınızı iletmeyi arzu ederseniz, Boston Üniversitesi Uzaktan Algılama Merkezi'nin aşağıdaki faks numarasını kullanabilirsiniz:
Bütün ön kodlar dahil olarak-- 001 / 617 / 353 32 00)

Yıldız savaşları apollo Mısır Dr. Faruk El Baz Faruk El Baz 1938 1 Ocak 1938 Müslüman Tûk el-Aklam Kahire-Ain Shams Üniversitesi Assiut Üniversitesi Missouri Mineral ve Metalurji Yüksek Okulu Missouri Üniversitesi El-Baz Apollo Astronotları Uçuş Eğitim Dairesi Uzay Gözlemleri ve Fotografik Görüntüleme Merkezi

Yorumlar

Sevgili ukikar..Çok güzel bir konu..Bana göre bu konunun en çarpıcı tarafı şu . ""11 Eylül olayı, hayatını ABD'de sürdüren bir çok Müslüman gibi beni de derinden sarstı. Doğal olarak yaşanan bu korkunç olayın İslâm ile ilişkisini -daha doğrusu ilişkisizliğini- kamuoyuna doğru bir biçimde anlatabilmek için kâlbimin derinliklerinde ciddi bir sorumluluk hissettim. O tarihten bu yana da fırsatını bulduğum her yerde kitlelerde "gerçek İslâm"ı anlatmak için elimden geleni yapıyorum.""

Burası önemli olduğu için vurgulamak istedim..Dünyada birileri tarafından yapılan her kötü eylem maalesef ilk etapta bir ulusa,bir hesaba,bir yaşam tarzına,bir harekete değilde aniden bir dine yakıştırılmaktadır..Eğer eylemi yapan hele hele bir islam devleti ile ilişkili ise,ben bunu allah için,ben bunu dinim için yaptım demesi ne kadar çirkin ve ne kadar karşısındaki diğer müslümanlar için ne kadar büyük bir haksızlıktır..

Teşekkür ederim..